29 Aralık 2012

Öldürmeyen Allah Süründürür


Ölümümün müdahalemin dışında 'doğal yollar'dan olması için elimden geleni yapıyorum. Sağa sola bakmadan karşıdan karşıya geçiyorum, 150-200 yapılabilecek yollarda yürüyorum ki biri kaldırıma çıkıp ezsin, iri yarı adamlara omuz atıyorum, kokoş kızların ayağına basıyorum, yanlarından geçerken burnumu tıkıyorum ki kötü kokuyorsun'u anlasınlar... Ama kimse iplemiyor.
Gördüğünüz gibi ölmüyorum arkadaş...

Her boku yiyorum ölmüyorum. Çocukken de böyleydim ben ölemezdim hiç. 
Bir keresinde üç tekerlekli bisikletimle 16 basamaklı beton merdivenden yuvarlandım. Ne bisiklet götüme girdi ne de ben öldüm. 
Bir keresinde, nasıl olduğunu hatırlayamasam da, 70 ekran televizyonu üzerime düşürdüm. Annem beni bulduğunda televizyon üzerimde hala çalışıyordu.
Bir keresinde "Uçabilirim lan ben" deyip pencereden atlamaya kalktım, babam yakaladı son anda. 
Bir keresinde eniştem arabayla geri geri gelirken ezdi beni, gene ölmedim. Birkaç kez daha araba kazası atlattım, ölmedim.
Geçenlerde de malum popoma araba çarpmıştı. 
Antibiyotik içip üstüne de deli sarhoş oluyorum ölmüyorum.
'İçince oram buram uyuşuyor.' dedikleri ilaçtan bir avuç içiyorum, bana mısın demiyor.
Enfeksiyon kapıyorum, sonra geçiyor.

Özetle ölemiyorum ben abi. Öldürülmekle de tehdit edildim, yemedi herhalde ki hala hayattayım.

Şimdilerde tek umudum motosikletler. Çünkü gözlük kullanmıyorum ve onları görmüyorum. Hani arabalar gözüme ilişiyor bir şekilde de, motosikletler için aynı şey geçerli olmuyor. Bir de Taksim dolaylarında oturduğum için belediyenin kazdığı 413563214752 tane yerden birine düşebilirim, bu da ihtimaller arasında.

En olmadı, hayattan çok bıkarsam kiralık katil tutarım. Tanrıyı kandıramam da içimde bir ferahlık olur. Hatta slogan atarken falan öldürsün beni de bir başka asaletim olsun diyorum. Kendimi iyi hissederim o zaman, iyi olur. 

Kıyamet de kopamadı zaten, çok bozuğum hacıt. 

2 Aralık 2012

Yine Gülecek Bir Neden Lazım



"Hızla çıktım içinizden, deriniz oldum."
Veysel Çolak

vernonsullivan'ı sevdim. Selam olsun sana!

Tükenmişlik... 
Dışarıdan bakan kimse tükendiğimi söyleyemez. Kimi zaman titreyen ellerim, kimi zaman gözlere bakamayışım, kimi zaman çok fazla ve ani sinirim... Tüm bunlar benim tükendiğim anlamına gelmiyor, değil mi? Gelmiyor!

İnsanlardan ne zaman nefret ettim bilmiyorum. Düşünüyorum düşünüyorum bulamıyorum. İnsanlara değer vermeyi ne zaman kestim? 

İlişkiler ama bak abartısız her türlü ilişki çürümüş. Bunu her gün biraz daha iyi anlıyorum. Arkadaşlıklar, aşk.. Zaten aşk diye bir şey var mıymış, yokmuş. Hâlâ şaşkınım; onca zaman var olmadığını nasıl olmuş da anlamamışım. Bunu herhangi bir eziklikle, acıyla söylemiyorum. Tespitim budur. 

Sonracığıma işte... Blog değil mi? Yazmayı çok istiyorum ama bir türlü uygun kelimeleri bulup içimi dökemiyorum. Son zamanlarda içimi döktüğüm sikindirik yazılar yazıyorum sanki; artık espri yok, artık dünya meseleleri yok... Sadece boktan cümlelerimle anlattığım içimin içi var. Ne saçma! 

Her şeye yeniden başlamak istiyorum. Hani yetişkinler için tek yeni yıl şarkımız var ya: "Kendime yeni bir ben lazım." diyor. Heh o şarkı tam bana göre işte. Yeni bir aşk ve iş kısmını çıkar gerisini yapmam şart. Gerisinde ne diyordu?

Anlatsam roman olur denilen mükemmel atraksiyonlu hayatımın keşke her köşesini anlatabilsem size. Beni sever misiniz, ergenlerin özendiği biri mi olurum bir anda bilmiyorum.

Yazamadıklarım çoğaldıkça blog yazılarım azalıyor. 

24 Ekim 2012

Hiçsizliğe - Turgut Uyar


HİÇSİZLİĞE

Tanrı sen ne kadar güzelsin
bir hiç olarak
ormansın belki bilmiyorum
belki ormanda bir ağaçsın şuncacık
bir pazartesi günüsün
insanları dupduru edemeyen
bütün karayollarında ve demiryollarında
gider gelirim bütün dünyada
ama biliyorum Kırşehir'de mezarsın
bir kilisesin Kapadokya'da
sözgelimi yumurtada zarsın
ustasın sabahları yapmada
en katı yoklukları koyarak insanın içine
aşkamüstlerinde biraz gaddarsın
sular ve zamanlar kararırken

ne yapalım
bari bağışlayalım birbirimizi

Turgut Uyar

20 Ekim 2012

Bir Dalda İki Kiraz


Biri al, biri beyaz.

Az önce sigara içerken 10 sene sonra var olup olamayacağımı düşündüm. Zor. Çok zor geliyor, 10 yıl daha yaşamak, yaşayabilmek.

10 yıl önce 16 yaşımdaydım. 16 yaşımda Lise 1'e gidiyordum sanırım. 16-26 yaş arasında liseyi bitirdim, üniversite okudum, sigaraya başladım, işsiz kaldım, sınavlara çalıştım, büyükbabamı kaybettim ve başkalarını, hastalandım, şehir değiştirdim, iş buldum, iş değiştirdim, hayatımın en büyük yalanıyla tanıştım, 5-6 ev değiştirdim, alkole alıştım, saçımı kestim kısacık, kilo aldım, kilo verdim...

1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 13, 14, 15 belki 16, 17 adam sevdim. Birini biraz fazla sevdim. Ben hep biraz fazla severim. 

Evlilik hayalleri kurdum, kızımın adını belirledim. Evlilikten tiksindim ve erkeklerden ve kızımı belki oğlumu yok ettim içimden. Adını da sildim hafızamdan.

Hayatımı oturup çizemedim belki, belki bunu hiçbir zaman yapamayacağım.

Şimdi önümde sadece 10 sene olduğunu düşünmek bile... Tekrar benzer acılar yaşamak... O kadar güç bulamıyorum kendimde. Artık mutlu insanlara bakıp "Ne güzel, hep mutlu olsunlar." diyen yaşlı bir teyzeyim. Kedim yok henüz, belki ilerde adı Susam olan bir kedim olur, olursa güzel olur.

Ölümden korkuyorum. Nedenini bilmiyorum, ölümden neden korkar insan? Geride bırakacağı manalı tek bir parçası bile yokken neden korkar ölümden insan? 

Hiç. Aslında hayatımın özetidir HİÇ. Nietzsche falan sikimde değil de, hani içim pek bir HİÇ dolu. Az heyecan, bol susuş. Konuştuğum zamanlar nadir, nadir heyecanlanıyorum. Onlarda da susmam gerek, biliyorum. Geçmişin manası yok, geçmiş manasız.

Erik ağacına çıkışlar, deli gibi erik yiyişler... Bisiklete binişler, tavuk besleyişler, inek sevişler,  kütüphanede delirmeler, bol kitap alışlar, bol kitap okuyuşlar, gülüşler, gülüşler, içten sarılışlar, sarıldığında dinlenişler, koşuşlar, ağlayışlar, yürüyüşler, fotoğraf çekişler...

Sikimde olmayan Nietzsche'nin bahsettiği kişilerdenim belki de. Hayattaki çürümeyi gördüm ve artık eskisi gibi değilim, olamıyorum. En iyi halimde bile heyecan vermiyor hiçbir şey bana. Baktığım zaman hayatıma değer katan her şeyin aslında bomboş olduğunu gördüm ben. Bilinçsizce gördüm, bilinçli gördüm, üzerine düşündüm, düşünmedim; biliyorum hepsini ama artık.

Yaşam... Büyükbabamın bana veda eden gözlerini gördüm, döndüğümde yoktu artık. Ayaklarını öptüm, ellerini öptüm, yüzünü sevdim... Tepki vermedi. Sonra biz onu toprağa koyduk, büyüsün yeşersin diye. Yeşermedi. 

Aşk... Siktir ediniz.

Şimdi nasıl bir hayatım var ben de bilmiyorum. Şu an Araf'ı biliyorum ben. İki hayat arasındaki Araf'tayım. O klasik çizgiden, kimine mutluluk veren çizginin öbür ucundan diğer tarafa geçiyorum. Diğer taraf o la la! Artık klasik hayalleri olan biri olma ihtimalimi çöpe atıyorum. Sabah nerede uyandığımı bilemeyecek hale gelmek istiyorum. Bile bile, bile isteye. Kimine göre ayıp, günah, olmaması gereken... Böyle düşünen insanlar şanslı insanlar, hepsini sevelim. Onlar da biraz sevilsinler. 

Arkadaşlar... Üniversiteden bu yana iki arkadaşım oldu sadece, hepsi bana uzak, uzak!

Biliyorum. Her şey bende, benimle. Bir karara bakar her şeyi tepe taklak etmek... Belki yüzü tersinden daha güzeldir, ben hiç görmedim yüzünü. Benim param hep dik geldi belki de. 

Hiç mutsuz değilim. Hayatımda hiç olmadığım kadar stabilim ben. Mide bulandırıcı. Depresyona girmemek güzel artık ama neşelenememek de bir o kadar acı. Üstelik hiçbir şeyle güzel olamayan bir kafam var. Çok içsem, kussam sonunda sadece uyuyorum. Uykunun amına koyiim.

İçimde hep bir anne özlemi var. Sarılıp sarıldığımda beni anladığını bildiğim bir anne özlemim var. Kimse veremedi bana bunu, annem bile.

İçimden konuşuyorum yine. Dışım bilmiyor bunların hiçbirini, bilmesin, bilmesinler.

Sorun yok, geçti, hepsi geçti. Yazdım ve bitti. 

2 Ekim 2012

Esenlikle Fenerbahçe



Hiçbir zaman çok güçlü bir taraftar olamadım. Maçlara gidip tezahürat edemedim. Benzer heyecanları yeni yeni keşfederken futbolla ilişkimin tek değer'i olan Alex'in gidişiyle futbolla ve çocukluğumdan beri destek verdiğim kimi zaman ağlatan kimi zaman çığlık attıran Fenerbahçe ile ilişkim sona erdi. Bu düşünülerek verilmiş bir karar da değil; çok içten, yok olmuş sevgim.

Eve gelirken Galatasaray taraftarlarının maç için duyduğu heyecanı gördüm, tezahüratlarını, coşkularını bildim. Önceden pek hoşlanmazdım, ne de olsa Galatasaray, ezeli rakip değil mi? Bu kez üzerimdekilere baktım, Fenerbahçe'ye dair herhangi bir iz var mı diye. Utandım, çok utandım o an Fenerbahçeli olmaktan.

Alex gibi güçlü bir oyuncunun kim bilir hangi sebeplerden takımdan gönderilmesi, en çok da bu şekilde gönderilmesi beni her şeyden soğuttu. Davalar, iddialar, mahkemeler... Söylenen her şeyi sineye çekip destekledim takımı ama şimdi savunulacak bir taraf yok. Alex de gidebilirdi, giderdi ama bu şekilde değil. Ağlayarak, ağlatarak değil.

Aykut Kocaman gitsin, Aziz Yıldırım gitsin demiyorum. Kişilerle değil meselem. Artık kim giderse gitsin, hatta Alex geri gelsin utancım bitmeyecek.

Fenerbahçe taraftarını, hem de takımı bunca zaman zor şartlarda desteklemiş, desteklemeye devam etmiş bir taraftarı bu şekilde 'ödüllendirmek' için onları yok saymak gerek. Eh yapacak bir şey yok, kimin eline geçmişse artık takım, taraftarın takımı olmaktan çıktığı bariz. 

Hoşça kal Fenerbahçe.
Seni değil ama Alex'i özleyeceğim.

Ha bir de Lefter'e durumu açıklayabildiniz umarım.
Esenlikle!

18 Eylül 2012

Lucid Dreaming


Blogu açtığım ilk zamanlar lucid dreaming ile ilgili bir yazı yazmıştım. 
Bugün kardeşimin uzun zamandır bahsettiği ama bir türlü tanışamadığım arkadaşları ile tanıştım. Sohbet uzadıkça konu rüyalara, lucid dreaming'e ve astral seyahate geldi. 

Hayatımda ilk kez lucid dreaming deneyimi yaşayan biriyle karşılaştım. Anlattığım zaman anlaşılamadığımı biliyordum ve ilk kez beni anlayan biriyle konuşabildim.

Lucid Dreaming'in ne olduğunu link verdiğim yazıdan okuyabilirsiniz. Ben uzun zamandır böyle bir 'dert'le yaşıyorum. Gerçi dert mi değil mi henüz karar verebilmiş de değilim. 

İstanbul'a gelmeden önce uyku saatlerim sorun olmadığı için her gün bu deneyimi yaşayabiliyordum ama İstanbul, çalışma hayatı, erken kalkış derken lucid rüya görmez oldum. Bu artık göremediğimden değil. Ben uykuya dalar dalmaz lucid rüya gören biri değilim. Daha çok, gündüz ışığına ihtiyacım oluyor bunun için. Pazar günlerini bu yüzden seviyorum. 10-12 saat uyuyabiliyorum, ki bırakılsam 20 saat de uyurum. Lucid rüya o kadar eğlenceli ki iki gün boyunca aralıksız uyuyup o dünyada kalabilirim.

Neden eğlenceli?
İstediğin her şeyi yapabiliyorsun. Ölülerle iletişime geçebiliyorsun, sende olmayan bir şeyi var edebiliyor, olanı geliştirip işleyebiliyorsun. Bir dönem sürekli internet kullandığımı hatırlıyorum ve bu öyle bir şey ki bir kelime arıyorum Google'da doğru sonuca ulaşıyorum, oyun oynuyorum ve bunların hepsini rüyada olduğumu bilerek yapıyorum. Rahatsız olduğum yerde, sonuçtan hoşlanmayacağımı anladığımda kesebiliyorum. Nadiren de olsa kaldığım yerden devam edebiliyorum. Birkaç kez aynı rüyayı tüm ayrıntılarıyla aynı olarak görmüşlüğüm var. Üniversite sınavına hazırlandığım dönemde rüyalarda ders çalışmak da işe yarıyordu. Sanırım sadece rüyamda çalışmıştım zaten.

Üretebiliyorsun. Rüyamda takvim arkasına menkıbe uydurduğumu, şarkı bestelediğimi biliyorum. Hafızam iyi olsa ve müzikten anlasam o şarkı kesinlikle patlardı. Mükemmeldi.

Neden yapmamak istiyorum?
Çünkü uyanmak çok can yakıcı oluyor. O dünya çok eğlenceli ve biri seni uyandırdığında sana en büyük kötülüğü etmiş oluyor. Her şey yarım kalıyor. 
Yaşadıklarını gerçekten yaşadığın için tüm psikolojik etkileri taşıyorsun. Sabahtan akşama kadar gerginliğini taşıdığım rüyalarım oluyor.

3 tür uykum var. İlki çok yorgun olduğumda simsiyah geçen bir gece. Tek rüya izi yok. İkincisi herkes gibi gördüğüm sıradan, hissiz, öylesine rüyalar ve üçüncüsü lucid rüyalar. Bunların arasındaki fark çok bariz. Ben bunu büyükbabamlı rüyalarımda anladım. Büyükbabamla buluşuyorduk rüyalarımda ve ben ona gerçekten dokunuyordum, onu hissediyordum. Bir keresinde onun aslında ölmediğini gördüm. Rüyada olduğumu biliyordum ve buna inanmak istiyordum. Büyükbabam capcanlı karşımdaydı. Son bir senedir ise büyükbabam sadece sıradan rüyalarımda var, o da çok nadir. Sıradan rüyalar o kadar sahte o kadar sahte ki uyuduğuma pişman oluyorum.

Zamanında bir arkadaşım vardı ve astral seyahat edebiliyordu. Onunla uzun uzun konuşurduk, yöntemlerini, nasıllarını.. Ama bugün öğrendiğim bir şey var ki astral seyahate en kolay çıkma yöntemi lucid rüya imiş. Bana ikisi bağımsız gibi geliyordu hep. Çünkü arkadaşım astral seyahat için uzun zaman çalışmış ve çok da iyi seviyede bile değildi. Benim dibimde böyle bir olanağın olduğunu bilmiyordum. 

Astral seyahat beni korkutan bir şey. Bedenime yukarıdan bakmak, bilmediğim bir aleme gitmek ve bilmediğim 'varlık'larla karşılaşacak olmak beni korkutuyor. Korkumu yenip her şeyi göze alıp belki bir gün bunu da deneyebilir ve sizin evinizde sizi izleyebilirim nihaha

Lucid Dreaming'i hatırlatma yazısı idi bu.
İyi uykular...

10 Eylül 2012

Rene Magritte

Bugün günlerden Rene Magritte for me!





Sürrealizme gönül vermiş bir abimiz kendileri. Yukarıdaki gördükten sonra "Ya ne olacağıdı yapraaağam" demenizi anlayışla karşılıyorum. 
Bilmemizin faydası olabileceği şeyler neler:
Belçikalı.
67 yılında gitmiş bedeni, 69 yaşındayken.
Çocukluğunda çizim dersleri almış. 
Annesi, o çocukken nehre atlayarak intihar etmiş ve Magritte, annesinin sudan çıkarılışını izlemiş. Eserlerinde bu durumun izlerinin olduğu fikrine ise çok bozulmuş.
Duvar kağıdı yaparak geçimini sağlıyormuş bir zamanlar, daha sonra reklamcılığa bulaşarak afiş vb. şeyler tasarlamış. 
Başta sürrealistlerden sayılmazken yaşamındaki hüzünler, acılar ya da genel olarak tüm yaşanmışlıkları onu sürrealizme iter. Buna rağmen sınırları olmasını istemediği için kendisine sürrealist denmesinden hoşlanmaz.
Brüksel'de ilk sergisini açtığında eleştiriler onu yaralamış ve depresyona girerek Paris'e taşınmış. Paris'e taşınması onu sürrealistlerin arasına sokmuş olduğu için bu depresyon yararına olmuş bile diyebiliriz.
Resimleri pek çok rock albümü kapağında tercih edildi. 
Resimleri pek çok filme ilham oldu. 
Meşhur "Bu bir pipo değildir." (ceci n'est pas une pipe) Rene Magritte'ye aittir. 



Resimleri için "My painting is visible images which conceals nothing." der.
Resimlerinin anlamını soranlara verdiği, vereceği cevap belliydi: "Nothing."
Diğer büyük sürrealistlerle karşılaştırdığımızda Magritte'nin fazla ayık olduğunu söyleyebiliriz, ben söyleyebilirim misal. Bir Dali değildir ama bu kötü de değildir.
Magritte'nin resimlerini okurken pipoya pipo olarak bakmayız ama pipoya adam öldürmeye yarayan bir şey olarak da bakmamalıyız, yani fazla kafa yormamızı istemez "Nothing"i ile. O sadece anlamlarla mücadele eden bir sanatçıdır. Pipoya ilk ne zaman pipo dedik, hiç pipo görmemiş ve bu kavram kafasında anlamlandırılmamış biri için piponun şekli ne ifade eder ya da pipo kelimesini duyduğunda ilk olarak ne düşünür? Magritte'nin derdi budur. Hiçbir şey hiçbir şeydir. Eğitime, öğretilene kafa tutar da diyebiliriz. Yine de insan klasik eserleri okurken yaptığı gibi pipoya bakıp ölümle, zevkle, tütünle, dudakla, kadınla, onunla bununla şununla ilgi kurma çabasından kendini alamaz.
Bir kitabın ikinci basımında düzeltilen kısımları olduğu gibi Magritte de resimleri üzerinde değişikliğe gitmiş. Bu garip geldi bana ama "Neden olmayacağını düşündün ki kızım?" diyerek kendimi azarlamaktan geri durmadım.
Felsefeyle ilgilidir. Bunu da belirtmek idiotlara yakışır oldu. "Bu bir pipo değildir."de başlı başına felsefe yok mudur?


Yukarıda görülen Clairvoyance isimli tablo da çok şeyin özetidir. Yumurtaya bakıp kuş çizen bir ressam. "Anlamla mücadelenin kutsallığı" diye özetleyebilirim ben bunu.
Bazı ressamların hemen hemen bütün eserleri aynı öğelerden aynı üslupla oluşurken Magritte'de böyle bir bütünlük var diyemiyorum. Resimlerini incelerken "Alla alla bu da mı onundu? Ee ben hiç görmedim ya başkasına aitse?" diye de çeliştiğim oldu. Hatta şunlardan biri ona ait değilse hiç şaşırmayacağım. Yeni bir albümüm oldu da Rene Magritte adında. 

Şuracık incelenebilir: http://www.magrittemuseum.be/

9 Eylül 2012

Evde Yoklar - Metin Altıok

evde yoklar

Durmadan avuçlarım terliyor,
İnildiyor ardımdan
Girdiğim çıktığım kapılar.
Trenim gecikmeli, yüreğim bungun,
Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar.
Ne zaman bir dosta gitsem,
Evde yoklar.

Dolanıp duruyorum ortalıkta.
Kedim hımbıl, yaprak döküyor çiçeğim,
Rakım bir türlü beyazlaşmıyor.
Anahtarım güç dönüyor kilidinde,
Nemli aldığım sigaralar.
Ne zaman bir dosta gitsem,
Evde yoklar.

Kimi zaman çocuğum,
Bir müzik kutusu başucumda
Ve ayımın gözleri saydam.
Kimi zaman gardayım
Yanımda bavulum, yılgın ve ihtiyar.
Ne zaman bir dosta gitsem,
Evde yoklar.

Bekliyorum bir kapının önünde,
Cebimde yazılmamış bir mektupla.
Bana karşı ben vardım
Çaldığım kapıların ardında,
Ben açtım, ben girdim
Selamlaştık ilk defa.

Metin Altıok

7 Eylül 2012

En Büyük Veda


"Anason kokarken sofralar / Yaşlandırıyor seni aynalar
Her geçen yıl birer birer / Masadan eksiliyor dostlar"

Zakkum'un Anason şarkısını orada burada duydum hep ama dinlememişim. "Anason" kısmını "Bana sor" diye anlıyormuşum, onu fark ettim geçen. Sonra şarkı anlam kazandı haliyle. Birden gözlerim doldu. Babamın ağlayarak içeceği bir şarkı olmuş bu. 

Herkesin bir yarası vardır. Benim yaram da babam. 
Hep babamdan bir yara olarak bahsettim ama derinine inmedim, inemedim. Şimdi bu biraz vedadır eski günlere, geçmişime ve aileme.

Hani nereden başlayacağını bilemediğin uzun hikayelerin vardır, bu da benim için onlardan biri. Ne desem nereden başlasam bilemiyorum.

Babam. Yakışıklı, dinç, saygı değer, sevilen, el üstünde tutulan bir adam. Memurdu, şimdi emekli.

Ben kendimi bildim bileli babamın alkol sorunu var. O bunu hiçbir zaman sorun olarak görmedi elbet. Anısal hafızam çok kuvvetlidir, her anım en dibine kadar hafızamda yer tutar. Lanet ki böyle bu. Çocukluğumda babamın gece yarısı gelip kendini affettirmek için bana oyuncaklar aldığını çok net hatırlıyorum. Hani küçük mobilyalar olurdu, takım halinde. Onlardan beş altı tane birden getirirdi. Ayakkabı alırdı bolca, sonra elektronik aletlere sardı. Ama bana aldığı hatta eve elinde bir şeylerle geldiği günleri tek tek sayabilirim. O kadar az şey alırdı, getirirdi. Sever miydi, muhtemelen ama bir gerçek vardı herkesin bildiği, kardeşimi her zaman daha çok sevdi. Babama benziyordu, bense anneme benziyordum.

Beni sevsin diye birçok şey yaptım. Güçlü oldum. Belki erkek olsam beni daha çok severdi diye erkeksi davranmaya başladım. Babam içerken ona eşlik ettim, kusana kadar içtim. Onun yanında kusmadım. Onun yanında hiç zayıf olmadım. 

Babam ben liseye gidene kadar bana harçlık vermedi. Yumiyum yiyen kızları bile kıskanırdım alamıyorum diye. Para vermezdi çünkü düşünemezdi bizim paraya ihtiyacımız olabileceğini. Bu kadar uzaktı babalığa.

Babama hiçbir zaman hiçbir şey için tam manasıyla kızamadım. Çünkü iyi biri, bilmiyorsa içinden gelmiyorsa onu suçlayamam. Sevmeyebilir, ilgilenmeyebilir ki seviyor da, büyüdüğümde anlayabildim ama olsun. Kardeşim üniversite için İstanbul'a geldikten bir yıl sonra onun yokluğuna alışıp beni fark ettiler. Abartmıyorum hiç, beni görmeye başladılar. Halimi hatrımı sorup yemeğe çağırmaya başladılar. Enteresan değil mi? Annemle babamı hissettiğim topu topu 4 senedir sanırım. 

Çocukluğumda babam her zaman sarhoştu onu hep sarhoşken hatırlıyorum. İçmediğinde çok sinirli olurdu, daha doğrusu gergin; yanına yaklaşamazdım korkudan. İçtiğinde ise fazla sevdiği için canımı yakardı. Birkaç kez öldürüyordu beni istemeden tabii. 

Babamı çok defa yerden kaldırdım. İçtiğinde aile fertleri onun yüzüne bakmazdı. Bir ben dayanamazdım. Bir gün yine gelmiş bahçede düşmüş kalmış. Ben 1,5 metre boylarında 45 kilo bir hatunum, 100 kilodan fazladır babam, onu yerden o hiç yardımcı olmadan kaldırdım. Başardım ama sonra sonra bel ağrıları çekmeye başladım tabii. Bir keresinde yine düşmüştü, kimse ilgilenmedi. Baktım alnı yara olmuş, o sızmışken ağlaya ağlaya pansuman yaptım ona. 

Çok uğraştım zamanında beni sevsin diye, hep uğraştım aslında. Sonra ne oldu emin değilim, "Artık sevilsem ne olur" demiş olmalıyım ki bıraktım beni sevmesini beklemeyi. Olmuyorsa olmuyor. 

Ben İstanbul'a neden geldim biliyor musunuz? Çevremdeki hiç kimse bana 200 lira veremedi diye. Ben o dönem ciddi ciddi etamin işine sarmıştım amacım etamin yapıp blog üzerinden satmak ve en azından harçlık çıkarmaktı. Birkaç tane yaptım ama malzeme almam gerekiyordu. Babamdan para istedim, bakarız falan dedi beni ciddiye almadı yine. Halbuki bunu öylesine güçlü istiyordum ki... Ruhumu dinlendiriyordu, yaparken keyif alıyordum ve karşılığında üç kuruş kazanacaktım. Olmadı, bana para vermedi. O dönemde kardeşinin oğluna geri ödemeyeceğini bile bile iki kredi kartı veren babam bana 5 kuruş vermedi. Çok garip bir acıydı benim için, tarif edemiyorum. Sonra 'müthiş insan'ın gazıyla İstanbul'a geldim. Yanından ayrılmamı istemiyordu babam. Bilet almaya giderken "Sana şimdi 500 lira vereyim gitme." demişti. Kabul etmedim. Ben bu olaydan çıkaracağım dersi çıkarmıştım zira.

İstanbul oldu. Ben İstanbul'da zar zor da olsa başardım ve ayaktayım. Geldiğimden bu yana babam parayla ilgili tek bir şey sormadı. Bir şeye ihtiyacın var mı, paran var mı kızım demedi, bir kere bile. 5 kuruş vermedi. İlk ay annemin gelirken harçlık olarak verdiği 600 lira ile iş yerine 3 vasıta ile giderek, yemek parası verilmezken geçinmeyi başardım. 20 gün çalıştığım için ilk ay da bir o kadar maaş almıştım. İki ay ben 600+600 ile geçindim İstanbul'da, bahsettiğim şartlarda. Aç kaldım gerçekten aç kaldım. Çok iyi hatırlıyorum, iş yerindekiler yemek söylediğinde cebimde param olmadığı için aç kaldığımı. Böyle şeyler yaşadım ben. Yalnız başıma. Tek destekçim yoktu, iş arkadaşlarımın ve müthiş arkadaşın manevi desteğinden başka. Eve çıkmam gerekiyordu artık ve bunun için de 1000 lira gerekiyordu. Önce babamı aradım böyle böyle dedim ve bana 1000 lirayı vermedi. İstanbul'a yalnız gönderdiğin ve hiçbir yerden 1000 lira bulamayacağını bildiğin kızına 1000 lira vermez misin ihtiyacı olduğunda? Vermedi. Avans alıp eve çıktım. 

Sonra sonra düzeldi hayatım. Maaşımı tam almaya başladım, iyi bir iş teklifi aldım, zam aldım, zam aldım, zam aldım... Karınca gibi çalışarak, gece gündüz demeden çalışarak.. Ayakta durmak zorundayım çünkü, arkamda bana destek olacak kimse yok, kimse yok.

İki aydır toplayabildim götümü. Uzun zamandır ihtiyacım olan şeyleri almaya başladım, toparlanıyorum ve babam halimi hatırımı sormaya başladı. Nedeni varmış... Benden kredi çekmemi istiyor. 20 bin. Kuzenime verdiği kartları ödemek için.. 

Yaşadığım acıyı anlatmaya çalışsam da başaramam, imkanı yok başaramam. Ben babamı ilk kez reddettim. Yalan uydurarak da olsa reddettim. İlk kez reddettim, canım acıya acıya reddettim. Çünkü ben bunu hak etmiyorum, bana biçtiği hayatı hak etmiyorum. Kazarak, deli gibi çalışarak bir şeyler başarmaya çalışıyorum ve bunu salak kuzenim ya da bir başkası için mahvedemem. Benim şu şartlarımla 20 bin çekmem demek hayatımı ipoteklemem demek.. Babam düzenli ödeyeceğini söylemişti ama kimin umurunda. 

Bayramdan beri annemle babamı bir kere bile aramadım. İçimden gelmiyor. Beni üzen, yaralayan hisleri canlandırmaktan başka bir işe yaramıyor sesleri. İçimi rahatlatan bir anne baba sesi yok çünkü. Yok.

Belki de bundan sonra bir daha hiçbir zaman uzun süre bir arada yaşayamayacağız. Belki belki belki bilmiyorum. Hazırım. Deli gibi kahrolacağım, babamı tanımadan babasız geçen yıllara yanacağım, anneme de öyle ama yapacak bir şey yok. Herkesin bir hayatı var ve ben bu hayatı yaşıyorum. Baba-anne sevgisi görmeden geçen yılları sevgililerle tamamladım hep. Bir insanın 12 yaşında sevgilisi olması normal mi? 26-12 arasında 35-40 sevgiliye ne demeli? Arkasından ağladığım sevgili de ya iki ya üç. Sikime takmamışımdır kimseyi. Nasılsa orada öyle bir boşluk var ve o olmazsa başkası dolduracak o boşluğu. Hasta kafa.

Şimdi yokmuş gibi geliyor ailem. Varlıkları ile yoklukları arasındaki fark bariz. Varlıkları acı verirken yok saymam huzur veriyor. Sadece annem için de babam için de üzülüyorum. Vicdanım sızlıyor hayatlarına baktığımda. Yanlış hayatlar, heba olmuş hayatlar... Bu kadar. 

Birini kaybettiğinizde onunla yaşadıklarınız yüzünden değil, yaşayamadıklarınız yüzünden üzülürsünüz anlamında bir de söz vardı kime ait ve tam olarak nasıldı bilmiyorum. 

Çok mu yalnızmışım ne?


Not: Ben kaplumbağam Müslüm'ü çok severdim. Elime geçen her kuruşla ona yem, oyuncak, bakım kremi alırdım. İhtiyaçlarını düşünür ve onu kucaklardım bolca.

He bir de tepedeki baba kız Shante Young diye bir ablamıza aitmiş.

1 Eylül 2012

Ölümsüzlük - Milan Kundera


Okuduğum baskı bağlantı adresi verdiğim yayınevine değil farklı bir yayınevine ait ve hataları var. 

"Bir arabayı ötekilerden yalnızca bir seri numarası ayırır. İnsan örneğinde numara, yüzdür. Bir insanda rastlantılarla bir araya gelmiş bu yüz çizgilerini bir başkasında bulamazsınız. Ne karakter ne ruh ne de ben denen şey açığa çıkar bu yüz çizgilerinde. Yüz yalnızca bir örneği numaraların."
"Bir gün çirkinliğin saldırısı artık dayanılmaz olduğunda bir çiçekçiden bir sap, yalnızca bir sap unutmabeni çiçeği alacaktı. İncecik bir sap üzerinde küçük bir çiçek. Bu çiçeği yüzüne doğru tutarak sokağa çıkacaktı. Bakışlarını çiçeğe dikecek ve mavi bir noktadan başka bir şey görmeyecekti. Artık sevmediği bir dünyadan aklında kalmasını istediği son imajdı bu. Paris sokaklarında böyle dolaşacaktı. İnsanlar kısa süre içinde onu tanıyacak, çocuklar alay ederek arkasından koşacak, bir şeyler atacaklardı. Sonunda bütün Paris ona unutmabenili deli adını takacaktı."
"Agnès üç saat önce saunaya giren, ben'ini göstermek ve kendisini onlara kabul ettirmek için kapının ağzında sıcak duştan ve alçak gönüllülükten nefret ettiğini haykıran yabancı kadını anımsadı ve şunları düşündü: Siyah saçlı kız motosikletinin susturucusunu çıkarırken aynı itkiye boyun eğmişti. Gürültüyü yapan alet değil, siyah saçlı kızın ben'iydi; bu kız sesini duyurmak için, başkalarının düşüncelerine girmek için ruhuna gürültülü bir egzoz borusu eklemişti. Bu patırtıcı ruhun uçuşan uzun saçlarını gören Agnès, şiddetle onun ölümünü istediğini anladı. Otobüs çarpsaydı, motosikletli kız kanlar içinde asfaltın üzerine serilseydi, Agnès kesinlikle korkup üzülmeyecek, oh çekecekti."
"Kaldırım gittikçe kalabalıklaşıyor, yürümek zorlaşıyordu. Yola inmek zorunda kaldı. Arabalarla kaldırım arasında yürümeye başladı. Uzun süredir alışmıştı buna: İnsanlar hiçbir zaman yol vermezlerdi ona. Sık sık kırmak istediği bir şanssızlık olarak görüyordu bunu; karşıdan geleni yoldan çıkarmak ve itmek amacıyla bütün cesaretini toplar, yoldan çıkmamak için elinden geleni yapardı ama her seferinde de başarısızlığa uğrardı. Bu, günlük basit güç denemesinde her zaman kaybederdi. Bir gün yedi yaşında bir çocuk çıkmıştı karşısına; yana çekilmemeye çalıştı ama sonunda çarpmamak için gene çekilmek zorunda kaldı."
"Bir anısı geldi aklına: On yaşlarındayken anne babasıyla kıra gezmeye gitmişti. Geniş bir orman yolunda dikilmiş iki köy çocuğu gördüler: Çocuklardan biri, elinde sopa, geçişi engellemek istiyordu: "Burası özel bir yol. Geçiş parası vermeniz gerekiyor." diye bağırıyor ve sopayı hafifçe babasının karnına dürtüyordu.

Kuşkusuz bir çocuk şakasıydı bu ve çocuğu itmek yeterliydi geçmek için ya da bir tür dilenmeydi ve babasının cebinden bir frank çıkarmasıyla sorun çözülebilirdi. Ama babası döndü ve başka bir yola girmeyi yeğledi. Hiçbir önemi yoktu bunun. Maceraya gireceklerdi: Annesi kötü yanından aldı işi ve "On yaşında çocuğa bile pes ediyor." demekten alamadı kendini. Bu arada babasının tutumu Agnès'i de düş kırıklığına uğratmıştı."
"Babasını düşündü. 10 yaşlarında iki hayta karşısında gerilediğinden beri onu çoğu zaman şu durumda canlandırıyordu kafasında: Batmakta olan geminin bordasındadır. Filikaların herkesi alamayacağı ortadadır. Çılgınca köprüye yığılmıştır yolcular. Baba da önce ötekilerle beraber koşmaya başlar ama ölüme doğru yerlerinde tepinmekten başka bir şey yapmadıklarını gördüğü bu insanlarla göğüs göğüse gelip yolunu tıkadığı öfkeli bir kadından yumruğu yiyince birdenbire durur ve kenara çekilir; sonunda salkım saçak insanla dolu filikaların uğultu ve küfürler arasında yavaşça azgın dalgalara doğru inişini seyretmekle yetinir.

Babasının bu tutumu nedir? Alçaklık mı? Hayır. Alçaklar ölümden korkarlar ve hayatta kalabilmek için acımasızca mücadele etmesini bilirler. Soyluluk mu? İnsanları sevdiğinden böyle davransaydı hiç kuşkusuz soyluluktu. Ama Agnès böyle bir motivasyona inanmıyordu. Neydi peki? Bilmiyordu. Tek bir şey kesinmiş gibi geliyordu ona: Batan bir gemide ve filikaya atlayabilmek için mücadele verilmesi gereken bir ortamda baba önceden mahkum edilecekti.
Evet, bu kesindi. Kendi kendine sorduğu soru şuydu: Babası kendisinin biraz önce motosikletli kızdan ve kulaklarını tıkadığı için onunla alay eden adamdan nefret ettiği gibi, gemideki yolculardan nefret etmiş miydi? Hayır. Agnès babasının nefret edebileceğini düşünemedi. Nefretin tuzağı insanı hasmına çok sıkı biçimde bağlamasıdır. İşte savaşın edepsizliği: Karşılıklı dökülen kanların yakınlığı, birbirlerinin gözlerinin içine bakarak birbirlerinin yüreklerini delen askerlerin şehvetli yakınlığı. Agnès'in bundan hiç kuşkusu yoktu: Bu yakınlıktan iğreniyordu babası: Gemideki itiş kakış ona öylesine tiksinti veriyordu ki, boğulmayı yeğliyordu o. Birbirlerine vuran, tepinen, birbirlerini ölüme gönderen insanlara dokunmaktansa tertemiz sularda yalnız bir ölü olarak kalmayı yeğliyordu o.
Babanın anısıyla kendisine egemen olan nefretten kurtulmaya başladı. Eliyle alnına vuran zehirli hayali yavaş yavaş aklından çıkarıyordu ki, birdenbire şunları düşündü: Onlardan nefret edemem çünkü beni onlara bağlayan hiçbir şey yok: Ortak hiçbir şeyimiz yok onlarla."

Uzun Zamandır Aklımda Olup Hatırlayamadığım Sözü Sonunda Buldum


"Hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır: 
On beşimizdeyken evden kaçmamış olmak."

Walter Benjamin

27 Ağustos 2012

Tabirinin Caizliği Umurumda Değildi de Ondan


Herhangi bir sebepten eski fotoğraflarımı karıştırma fırsatı buldum. Hatta ev arkadaşım ve rehberim olan enteresan insana da birkaç tanesini gösterdim.

-Ne zaman çekildi bunlar?
-Hımm 7-8 sene olmuş.
-Yuh, o zaman hiç yaşlanmıyorsun sen.
-Zannımca

Uzatmalı 'sevgili olmak isteyen' kişi de mesajla kendini hatırlatmaya çalıştığı dönemlerde:
-Eskiden bakışların sadeydi, duruydu. Şimdi daha farklı bakıyorsun, eskisi gibi baksan keşke. İstanbul'dan önceki gibi, eski zamanlarımızdaki gibi...

Değişti mi değişmedi mi ifadem diye ilk o zaman düşünüp karıştırmaya çalışmıştım fotoğraflarımı. Mamafih elimde yeterince fotoğrafım olmadığı ve fotoğraflarımı istediğim güzide insan istediğini alamamanın verdiği gerim gerim gerginlikle beni iplemediği için fotoğrafsız kaldım uzun bir süre. Daha bu gece adam gibi oturup inceleyebildim.

Evet değişmiş. Belki yaşlanmamışım, buna dair bir iz yok. Başkaları görmese de benim gördüğüm farklar var ama.

İyiydim o zamanlar, mutluydum çünkü bilmiyordum. Ne öğretilirse inananlardandım. Benim kendinden açık bir kafam var, hiçbir şeyi yadırgamam. Buna rağmen taşra kafasında, taşra kültüründeydim. Bunu bilmiyordum. Sonra üniversite bitti. 3 yıl süren ev hapsi. Sözlükler, bloglar, friendfeed benim öğretmenim oldu, herkesten bir şey öğrendim. En çok da o dönem sevdiğim adamdan. Klişenin dibine vuracak olursak, sevgi bitse de saygım her daim sonsuzdur efenim. 

Bu üç senede acılarım sessizce gelmedi. Travmatik oldu hep. Aniden yandı canım, canım yandıkça daha az güler oldum. Son iki senede ise tatmin olmayan duygularımdan dolayı bastım hüznü sıfatıma. 

Bunların hepsini fotoğraflara bakarak çıkarıyorum. 
Misal son 1-2 senede öyle az fotoğrafım var ki... Olanlarda da deli gibi gülmüş olsam bile hüzün görülüyor. Ben görüyorum.

Bir de yalnızlığımı görüyorum bolca. Çok nadir, bir fotoğrafımın başkası tarafından çekilmişliği. Sıfatımı kazımak için zamana, enerji buldukça kendim çekmişim. Bir allahın kulu da çıkıp "Gel fotoğraflarını çekelim", "Bir fotoğraf çekineeebilir miyiz?" dememiş. Baktığımda yine yalnızlığıma bir iz daha: Arkadaşlarla çekilmiş fotoğrafım da yok denecek kadar az. Birileri fotoğraf çektirirken yoldan geçen kız rolü oynamışım en fazla. Tamam sevmem fotoğraf çektirmeyi birileriyle ama sosyal bir insan olsam bundan kaçamazdım; kaçabildiğime göre yalnızım, yalnızmışım.

Şimdi de aşamıyorum. Öyle yüksek, öyle sağlam duvarlar örmüşüm ki etrafıma. Fark ediyorum. Liseden beri insanlara sarılmıyorum ben fazla, dokunmalarına izin vermiyorum. Makas Eller'deki gibi sanki.. İncitmekten, incinmekten korkup kaçıyorum. Sarılmaktan, dokunmaktan... Daha bugün oldu mesela, izin kullanan arkadaş izinden döndü, birkaç kişiyle sarıldı. Bana geldi, bir durdu. Sonra eğreti sarıldık. Halbuki iş yerindeki en sevdiğim, sevildiğim hatundur kendisi. Garip. Duvarlar yıkıla!!!

En büyük adımı her şeyi fark ederek atıyorum. Bundan önce kimse beni uyarmamış, ben de böyle gelmiş böyle gider, sikimden aşşa kasımpaşa, çok da lülü kafalarında olduğum için dert bilmemişim bunları kendime. Şimdi eni konu beni adam etmeye kendini adamış bir yol arkadaşım, ev arkadaşım, rehberim var. Onunla fark ediyorum çoğu şeyi. Canım yandı, deli gibi yandı her seferinde. Bir tarafta seni deli gibi beğenen, tabiri caizse köpeğin olan erkekler diğer tarafta durmadan kusurlarını sıralayan bir adam.. Çok çeliştim, neden mutlu olmadığım bir şeye devam ediyorum ki, gidip şımartılayım... Ama her seferinde durup düşünüp, tabirinin caiz olması umurumda değil, götümü sıkmaya karar verdim. İyi ki de yapmışım bunu. 

Hayatımda yeni bir dönem açıldı fark etmeden ve böyle olacağını, bu yöne gideceğini bilmeden..Elimin duruşundan, bakışımdan, dilime dolanan şarkıdan hakkımda bu kadar ipucu elde edilebileceğini bilmiyordum. Ediliyormuş. Bir sürü eksiğim var. Liste uzayıp gidiyor, ben her geçen gün birazının üstüne daha çizgi atabiliyorum. 

Hastalık denen bir gerçek varmış bir zamanlar, ben onu kabus edip gömdüm geçmişe. Tedavinin yolu buymuş ve eklemeli şunu: Kendimle gurur duyuyorum. Başka biri olsa bu kadar ağır yüklenilmesiyle hastalığın dibine vururdu. Ben vurmadım. Bir ara fal da baktırmıştım. Kadın son bir dilek/soru dedi ve kart seçti. Hastalığı geçirdim aklımdan. Gördüm, gücü temsil eden kart çıktı. Kadın, "İnanılmaz güçlüsün. Başkası belki yok olup giderdi yükünle ama sen devam edebiliyorsun ve atlatıyorsun bunu." demişti. "Gücünle atlatıyorsun, çok güçlüsün." diye vurguladı bolca. Yalan yok, hoşuma gidiyor birinin benim gücümü görmesi. Çünkü ben iyi oldukça sorunumun küçük olduğunun sanılması ve daha çok yüklenilmesi canımı çok yakmıştı geçmişte.

Sonum ne olur bilmiyorum, bir sonum olur mu bunu da bilmiyorum. Sadece yaşıyorum. Kendime, çevreme çalışarak yaşıyorum. Sevdiğim şeyleri yapmaya çalışıyorum, sevdiklerimi üzmeden yaşamaya çalışıyorum. 

Özet: Götü sıkacaksın. Dert çekmek zorunda değilsin, bu değil söylediğim. Acı yok Rocky! Özeti bu. Eğer iyilik, sağlık, güzellik, huzur görüyorsan ucunda o götü sıkacaksın. Sıkmalı!

Hâlâ "Çok mutluyum la la la, mükemmelim." diyemem ama çok şey değiştiğini fark edebiliyorum. Geçenlerde ailemin yanına gidip sadece 1 gece kalmama rağmen deli gibi dönmek isteyip döndüğümde "Eviiiiim" deyip yastığa yorgana sarılmamın sebebi budur. Eskiden orası benim evimdi, ben öyle derdim. 'Eve gitmek'ti. Şimdi 'aile ziyareti', hemen dönülmesi gereken ait olunmayan bir yer artık. 

Böyle böyle yürümeli, koşmalı, akıp gitmeli.

Aşk mı?
O hep içte, sessizce. Kimi zaman durarak kimi zaman koşarak kimi zaman duvara kimi zaman suya, gelmişe, geçmişe, var olana ve geleceğe...



13 Ağustos 2012

Kendine Ait Kendine Ait Kendine Ait


İstanbul'a geldiğimden beri yaşadığım en büyük sorun bir odamın olamayışıydı. Kiminle nerede kalırsam kalayım, bilgisayarımı açacağım, temiz düzenli bir odam olmadı, olamadı.

Çocukken odam yoktu benim. Annemle babamın odasında kalıyordum. İki çekmeceli küçük bir komodinim vardı. Kitaplarımı, defterlerimi ona doldurup onun önünde oturuyordum çoğu zaman. Sonra küçük bir masam oldu aynı odada. Günlüklerimi orada yazıyordum yatmadan evvel. 

Evde sekiz odamızın olduğu gerçeği ise beni delirtiyordu. Misafir yatak odası, misafirin misafiri yatak odası... Duyan da sürekli misafir ağırlıyoruz sanır, babaannemden gelebilen mi vardı sanki..

Önce bir denemem oldu, eşyalarımı taşıdım sessizce bir odaya. Beni yaka paça dışarı çıkarmaları ile sona erdi bu girişimim. Ardından tekrar gaza gelip misafir yatak odalarından birine koydum eşyalarımı. Yine ağlattı babaannem, bağırıp çağırdı ama yılmadım. Direndim.

15 yaşımdaymışım odam olduğunda, buna da şükür. 10 sene kullanmışım odamı. 10 seneden biraz da fazla hatta. Duvarlarında şimdi isimlerini bile hatırlamadığım yerli yabancı şarkıcıların etiketleri duruyor. Ergen notlarım duruyor duvarlarımda. Yırtıp atmadım, silmedim ki o değişimi görebileyim. Gördüm de...

Odam benim her şeyimdi. Hele üç sene odadan dışarı çıkmayınca oda anlamına anlam ekledi. Bağıra bağıra ağladığımı da gördü, zıp zıp zıpladığımı da. Oturup kitap okuduk, sarhoş olduk. Odam... 10 aydır eksikliğini hissettiğim en önemli en önemli şey!

Şimdi bir odam var. Bu yazı bunun için. Bugün bu yazıyı kendi odamdan, kendi bilgisayarımdan yazabiliyorum. *Bu konuda ve diğer tüm konularda bana rehberlik eden gizli kahramanım, sana teşekkür ederim*

Virginia Woolf'un dediği gibi, kadının, ki herkesin kendine ait bir odası olmalı. 
Benim kurtarıcım bu, herkesin böyle olmalı. İstediği müziği dinleyip istediği yazıyı okuyup istediği filmi izleyebilmeli. 

Velhasılı kelam, işiniz gücünüz ilgi alanınız ne olursa olsun, bir kez daha yinelemekte zarar görmüyorum: Kendinize ait bir odanız olsun. Sakinliğin huzurunu tadın. 3 sene bana bunu öğretti ve yokluğunun nasıl bir cehennem olduğunu şu 10 ay. Aman diyeyim!

Çok gevezelik ettiğimin farkındayım, tadını çıkarmak için sanırım bilerek uzatıp bilerek zorluyorum. 

Özet geçerse bu piç, ben mutluyum arkadaş. Sevgili rehberim, değerli odam, mükemmel adresim ile bayramım geldi. 




8 Ağustos 2012

Yatmadan Önce

Dün bitti.
Bugün de bitti.

Bazen bazı şeyleri neden yaptığıma dair herhangi bir sebep bulamıyorum. Neden? Yok. "İçimden öyle geldiği için..."
Bazen de bazı şeyleri neden yapmadığıma dair mantıklı bir gerekçe bulamıyorum. "İçimden gelmiyor."

İçimden gelip gelmemesi yeterli. Hani içinden ne geliyorsa onu yap, "yüreğinin götürdüğü yere git" var ya bende o hep var. Sorun şu ki içimden çoğu zaman uyumak geliyor. İnternetin altını üstüne getirmek geliyor.

İnternet dedim de aklıma geldi. Artık internet bile eskisi kadar zevk vermiyor. Zira önceden gerçekten zevk içindi. İstediğim siteye girer, istediğim kadar kalırdım. Oradan oraya oradan oraya gider mutlu olurdum, mutlu dediysem kedi videosu izleyerek değil, merak ettiğim bir şeyi öğrenerek.. Artık böyle bir özgürlüğüm yok. Pranga gibi bazen... İstediğim zaman oturup film izleyemiyorum. Sike sike kullanacaksın o interneti. Maillerin kontrolü, o bu şu.. İşinin internette olması hem iyi hem kötü.

Uyumak geliyor içimden falan dedimdi ya. O aslında artık öyle değil. Yenileniyorum. Ne zamandır yapmak isteyip "Ah bir dürten, bir yol gösteren olsa da yapsam" dediğim her şeyi yapmaya başladım.

Haftaya yogaya başlıyorum. Yogayı uzun zaman devam ettirmeyi düşünüyorum. Benim şifamın yogada olduğuna kanaat getirdim. Zira eğitmen ile konuştuğumda da benim için doğru kararın yoga olduğunu tekrar öğrenmiş oldum. Heyecanlıyım. Yeni ciciler bile aldım yoga için.. Nefes almayı öğrenip sesimi doğru kullanmayı öğreneceğim, çakralar falaaaan... Yapacağım bunları.

Bayramda iki gün de olsa annemlere gidiyorum. Kitaplarımı getirmeyi düşünüyorum. Artık evim belli oldu çünkü. Çocukluğumdan beri hayalini kurduğum sokağa çok yakın, ilk gençliğimden beri hayalini kurduğum yerde artık evim. Henüz eşyalarımın tamamı benimle değil ama mini minicik bir odam var. Odam.. Bilgisayarımı açıp kafamı dinleyebileceğim bir oda. 8-9 aylık odasızlıktan gelen çilem bitiyor. Huzur veriyor bu fikir bana.

Bir davulcumuz var ki evlere şenlik.. Bildiğin oyun havası çalıyor. Genelde sabaha karşı yattığımız için de o çalıyor biz oynuyoruz. Âlâ!

Müzik zevkim değişti, değişiyor. Aslında zaten belliydi bu da sadece bu değişime müdahale edip hemen hallettik. Artık 90'lar Türkçe Pop dinlemiyorum. Artık pop dinlemiyorum. Artık TSM, arabesk, fantezi dinlemiyorum. Neden? Kimisi kalitesiz, kimisi de moral bozuyor. Şimdi klasik müziğe odaklandım. İyi geliyor gerçekten.

İngilizcem kendimi kurtaracak kadar var ama yeterli değil. Yeterli olmadığı için de "Ya hep ya hiç" diyen idiot beynim mevcut İngilizcemi reddediyor. Sen misin öyle yapan? İngilizceye de abanıyorum. Zaten İstanbul'a gelmeden önce sorunsuz bir şekilde çalışıyordum ama buraya gelince yarım kaldı. Şimdi bir yandan yoga bir yandan İngilizce.. Müsait ilk fırsatta da yüzme. Kaç yaşımdayım hala yüzme bilmiyorum. Kendimi her daim kastığım için taş gibi çakılıyorum dibe. Buna bir çözüm bulmalı elbet. Yetişkin yüzme dersleri veren bir yer buldum. Anladığım kadarıyla da başarılılar. En kısa zamanda bunu da halledeceğim.

Bir de bana vurma kırma çok iyi geliyor. Boks eldiveni alıp o koca zımbırtıdan da alıp stres atacağım.

Güzel gidiyor hayat. Eksikleri yok mu? Var, çok değil ama büyük eksiklikleri var. Şimdilik odağım eksiklikler değil. Odağım eksiklikler olacak kadar işsiz kalırsam o zaman düşünürüm bunu.

İyilik sağlık! 

28 Temmuz 2012

Hafıza

Hep unutuyorum neyi yazacağımı...

* Umumi tuvaletlerden tiksiniyorum.
* Kabızlık fena bir şey bazen, bazen hiç alakasız çok fena.
* "Abi bu insanlar ne diye itip kakıyorlar birbirlerini, e gitseler ya ne uzatıyorlar?" dediğim "slow" kliplerdeki çiftleri 26 yaşında anlayabildim. Yine de gitmeliler bence, zaten gitmiş ki öyle bir şarkı çıkmış, kötü bile olsa.
* İnsan, özleyen bir hayvandır, tıpkı benim gibi. 
* Bazı şeyler insanın yakasını bırakmaz. Karar alır, emin adımlarla ilerlersin ama koca bir duvar çıkar karşına, "höyt" der, "Yolculuk nereye hemşehrim?" Ben derim, "Ben gidiyorum, gidecektim." Ee iyi biraz bekle de beraber gidelim der duvar, beklerim beklerim kımıldamaz. Duvar işte. 
* Günde bir paket sigara benim neyime?
* Maslak'taki inek sayısı giderek artıyor? Farklı bir üreme yolu bulduklarını düşünüyorum, abartısız.
* Geçmiş Yaşam Terapisi diye bir şey gördüm geçen. Önce bir güldüm, sonra acep nasıl oluyor ki bu dedim, sonra yine güldüm. Şimdi öğrenmeye çalışıyorum.
* Klima iyi bir şey aslında ama canımı sıkıyor bazen.
* Bazı şarkılardaki anlatım bozuklukları da canımı sıkıyor. Ben zaten dinleyip söyleyemiyorum da başkasından duyunca da bir silkelenip algılarımı içime çekiyorum.
* Yazan insandan korkmam ben demek isterdim ama cümleyi yazarken bile çürüdü kendiliğinden. Yine de yazan insandan korkmamayı dilerdim.
* Aslında ben tek bir kişi olmayı başarıp beni tarif eden insan üç beş kelime ile beni tarif edebilebilse ben şu anki yeteneklerimin hiçbirine sahip olamazdım. 
* Yeteneğimin köpeği olsunlar.
* Fes, güzel bir şey. İstanbul, festen geçilmiyor. Artık o kadar çok fes görüyorum ki, tiksindim. Bir de geçen Facebook'ta Hac'dan yeni gelmiş bir amcanın profil resminde fesle çekilmiş fotoğraf görünce içim ürperdi. Kırıldım lan! Ayıp amca!
* Güven, çok mühim. Aylar sürdü iş yerimdeki insanlara güvenebilmem ama güvendiğim için yanlarında çok rahatım kendimim. Onları görünce kendimi güvende hissediyorum. İstanbul'da nadir olan şeyler bunlar.
* Devlet daireleri erken kapanıyor, resmi işlerimizi yapamıyoruz ya, ben buna çok içerliyorum. 
* Haberlere ilgim var mı yok mu bilemedim. Bir gün haber sitelerini deli gibi dolaşırken bir gün yüzlerine bakmıyorum. Derdim ne benim?
* Vitamin güzel bir şey. Su da öyle. 
* Aşkın ilk haftasını severim. İlk haftası pek güzel oluyor canım. Sonra 6 ay kadar sevmem ben onu. Bok gibidir zira. 6 aydan sonra basarım göğsüme, daha bir severim. 1,5 sene önemlidir. Bu geçtikten sonra bir'dir aşk. Pek güzeldir. 
*Aşk kelimesinden tiksiniyorum. Hayatımda bir kez kütükçe aşık oldum, kütük birine. Saçma. Adamın tipine bakaydım bir bari değil mi? Yaş zaten 17, yani daha 17!
* Nereden nereye demeyeli uzun zaman olduğunu fark ettim. Hatta belki de hiç sesli söylemedim bunu. Hiç sesli! Bir arkadaş bulup "Ooo nereden nereye vay be!" deyip sarılasım var.
* Saygı duyulan olmacaksam orkid kanatlı olmayı tercih ederim. Dikkat ettim de hep Orkid kanatlı olmayı diğer seçeneğe tercih ediyorum.
* Bu yazının uzunluğu da sinirlendirdi beni, niye uzuyor ki bu? Maddeli yazılar uzun olmaz, madem yazacaktın, maddeleri atsaydın!
* Kendimi soyuyorum, soyunuyorum. Güzel bir şey. Güneşte o kadar yanmayacaktım!
* Mutlaka bir çaresi vardır. 
* Başka Pepee'ler ağlamasın istiyorum, çok üzülüyorum ben Pepee'lere. Pepeecikler, Pepeeler Pepeelerimiz...
* Bir düş gördüm diye başlayan bir şarkı mı vardı, şiir mi bilemedim. Düşündüm düşümden düştüm falan saçma.
* Bazı kadınlar çok güzel. 
* Beğendiğim kadınların/erkeklerin sağır ve dilsiz olmasını tercih ediyorum. Mümkünse hiç konuşmasınlar, konuşturmasınlar. Konuşmak, aptalların işi. Yazarım ben, yazsın o. Yaza yaza büyüyelim. 
* Bir kadına dokunabilirim belki, hani düşünmüştüm bunu ıssız adada uzun zaman kalsam libidonun oyununa gelirim elbet. Hatta buna bile gerek yok. Bazı kadınlar çok güzel ama sadece güzeller. Konuşmam, dinlemem, konuşmasınlar... Issız ada çok ıssız.
* Şimdi saat 16:57, çıksam buradan dümdüz ilerlesem, sağa sola sapmadan. Gitsem 8 km... Hala aynı şehirdeyim. Yürüyerek gidebileceğim bir dinlence arıyorum. Göğüs gibi mesela. 
* Erkeklerin en güzel yerleri göğüsleri. Döş mühim bir şey. 
* Mühim çok şey var. Önceliğimi karıştırıyorum.
* Biri var, yakında biliyorum. Geliverecek, geli geliverecek. Az kaldı.  Alıverecek beni alı alıverecek. Uzun biri, siyah biri, iz bırakmayan biri. Korkuyorlar ya ondan, salaklar, ondan korkulur mu? Bağrıma basacağım sizin için, o mükemmel adamı!

* Ha eşek mi? Debra Sisson diye birine aitmiş, eyvallah.