1 Temmuz 2011

Denemeler - Aldous Huxley

"Sir Walter Raleigh, edebiyat öğretiminin anlamsızlığa yöneldiğini söylerdi hep. Durumun önemini gereğince göstermemiştir. Edebiyat öğretimi çoğunluk yönelmenin de ötesinde, en gülünç anlamsızlığa paldır küldür dalar. Söz gelimi, öğrencilerin tüm dünyanın onayıyla önemsizlikleri saptanan yazarları incelemeye ömürlerinin aylarını, yıllarını vermeye zorlanmaları çok anlamsızdır. İyi yazarların yapıtlarının önemsiz yönleri üstünde öğrencilerin aylarını, yıllarını harcamaları da eş ölçüde anlamsızdır. Dünyanın değişik üniversitelerinde her yıl üretilen binlerce tezin çoğu tümüyle yararsızdır. Ancak edebiyat öğretimi, önemsiz bir konu üzerine ayrıntılı tezlerin yanı sıra daha başka canavarca anlamsızlıklar da ortaya çıkarır. Uzmanlaşmaya yönelik öğrenime genellikle daha az öğrenci isteklidir. Her doktoralıya karşılık üniversite diplomalı yüzlerce kişi vardır. Bu kişiler başkalarından aktarılma, kullanılmış birazcık bilgiyi, çokça da başkalarının edebiyat eleştirilerini azar azar sunarak diplomalarını, derecelerini alırlar. Eleştiri biçimleri değişir, adaylar da çetin sınavları dönemlerinde üniversite çevresinde moda olan yargıları, düşünceleri yutup kusabilmelidirler. Edebiyat sınavlarında, başka şeylerin yanı sıra, o anda nasılsa doğru sayılan formülü bilenler başarı kazanırlar."
"Ustalık, psikolojik doyum getirir. Ustaların toplumu da durumlarından hoşnut bireylerin oluşturduğu bir toplumdur. Durumlarından hoşnut bireylerin oluşturduğu toplum ise doyurucu, yıkılmaz bir toplum olma eğilimindedir."
"Bir dönemin yaşantısını en iyi o dönemin sanatı anlatır, bu sanatın kendisi de gerçekte o dönemin bir anlatımıdır. Halkın hoşuna giden popüler sanatın bulunduğu yerde, insanların yaşantıları da temelde duygusal yönden kabadır. Sanayileşmiş toplumlarımızda halkın hoşuna giden sanatlar eşi görülmemiş bir kabalık taşır. (...) Aslında, sanatın büyük çoğunluğu ya kötü ya da ilgisizdir. Kaçınılmaz bir gerçektir bu. Sanatta yetenek çok az görülen doğal bir olaydır; bundan ötürü iyi sanata da çok az rastlanır. Kişisel yeteneğin yerini yalnızca -ki bu da en iyi durumda yarımdır- iyi bir sanat geleneği tutar. Böylece az yetenekliler de iyi yapıtlar ortaya koyabilirler."
"Kent nüfusunun aşırı derecede artışının psikolojik bir etkisi vardır, bunu da en iyi şöyle özetleyebilirim: Tüm kentleşme belirli bir noktanın ötesine itildiğinde kendiliğinden yörekentleşmeye dönüşür. Küçük bir kentte yaşayanlar kentteki tüm eylemlere katılabilirler, yetiştikleri yeri tek bir canlı birim olarak deneyleriyle tanıyabilirler. Büyük bir kent deneylerle bilinemez, tanınamaz, yaşantısı da bireylerin katılamayacağı ölçüde türlü türlüdür. Her büyük kent bir yörekentler toplumudur. Burada yaşayanlar kentte yaşamanın üstünlüklerinden yararlanmaksızın kırsal bölgede yaşamanın yararlarından da yoksun kalmışlardır. Çünkü, kentlerde yaşamamakta sadece içinde oturmaktadırlar. Görüşleri ne köye özgüdür ne de kente, yörekente özgüdür. Deneylere göre de yörekente özgü görüş, sanat geleneklerini kolaylıkla geliştirebilecek bereketli bir toprak değildir."
"Halk sanatı çoğunlukla sıkıcı ya da önemsizdir; ancak hiçbir zaman kaba değildir, bunun nedeni de açıktır. Köylüler önce paradan, sonra da kabalığın, görmemişliğin özünü oluşturan aşırılıklara ulaşmak için gerekli teknik beceriden yoksundurlar. Kabalık hep bolluk içindekilerle iyi eğitilmişlerin ayrıcalığındadır. Yaşam düzeyinin yükselmesi kabalığı da artırmıştır. Dünya tarihinde ilk kez küçük burjuvalar ile proleterlerin küçük bir bölümü önceleri egemen sınıfa özgü lükse kavuşabilmişlerdir. Bu lüksün içinde sanatta kabalık da göze çarpar."
"Reklamcılık sanatı demokrasiyle birlikte gelmiştir. Sanayi ile ticaretin efendileri, giderek dünyanın özgür kişilerine başvurmada en doğru yolun dostça, dürüstçe kişi-kişiye anlatım türü olduğunu anladılar. Abartma ve aşırılığın gerçekte kazanç sağlamadığını, şarlatanlığın hiç değilse içtenlikle yapılması gerektiğini kavradılar. Halka güvendiler, dalkavukluğun her türüyle de anlatış yeteneğine başvurdular. Sanatın tekniği o zamana dek görülmemiş bir biçimde birden bire güçleşmiş, bugüne dek reklam daha da önce de belirttiğimce çağdaş yazın türlerinin en ilginçlerinden, en güçlerinden birisi olarak süregelmiştir. İçerdiği gücün daha yarısı bile tümüyle anlaşılamamış, ortaya çıkarılamamıştır. Çoğu Amerikan dergisinde en ilginç, kimi durumlarda da okunabilen tek şey reklamlardır. Gelecekte neler saklı acaba?"
"Anlatılamayanın anlatılması gerektiğinde, Shakespeare kalemini bırakıp müziğe dönmüştür. Ya müzik de başarısız kalırsa? Evet, işte o zaman sessizlik vardır hep sığınılacak. Çünkü her zaman, her yerde sessizliktir arta kalan, sessizliktir her şeyin ötesi."
"Şurasında burasında böylesi hurma ağaçları, adaları bulunan bir çölde Musevilik ile Müslümanlık'ın ortaya çıkması, bir vaha gördükten sonra beni çok şaşırtmıştır. Böylesine bir yörede, doğallıkla düşünebileceğim din soyut tek tanrıcılık değil, yeşil, büyüyen doğanın güçlerine hayranlık, yaşama hayranlık olacaktı. Bence vahada Pan'a, Büyük Ana'ya tapma hemen umarsız bir dürüstlükle kutlanmalıdır. Su perileri ile ağaç perilerinin burada tutkulu bir gönül borçluluğu duyularak karşılanması gerekir. Çölde ben Yunan mitolojisini türetirdim kesinlikle Yahudiler ve Araplar Yahweh ile Allah'ı buldular. Tuhaf geliyor bu bana."
"Turistlerin yakın ve keskin gözlemcileri küçükler, bu ilginç varlıkların ırkları üzerine önemli psikolojik bulgulara varmışlardır. Anlamışlardır ki, yabancılar, özellikle yabancı kadınların yaşlıcaları hayvanlara akıl almaz bir sevecenlik gösteriyorlar. Nefta'nın küçük çocukları ivedilikle bu bulguyu düzenli bir şekilde sömürmüşlerdir. Sık sık gözlemleme olanağı bulduğumuz yöntemleri ise yalın ve etkiliydi. Otelin önünde küçük bir zorba çetesi sürekli gözcülük yapıyordu. Balkonlardan birinde bir turist göründüğünde, çocukların başı hemen kolaylıkla para atılacak bir yakınlığa koşar. Bir yerlerden bir kuş -saka kuşuna benzer parlak renkli küçük bir yaratık- ortaya çıkarır. Yukarıdaki turiste gülümseyerek ödülünü gösterir. Yarım yamalak Fransızcasıyla "oiseau" der. Kuşun canlı olduğu turiste anlatıldıktan sonra küçük oğlan bir hokkabazın abartılmış davranışlarıyla kuşun boynunu burarak öldürüyormuşcasına, ayaklarını, kanatlarını çekiyormuşcasına, tüylerini yoluyormuşcasına bir şeyler yapar. Yufka yürekli turist için dayanılmaz bir görünümdür bu korkutucu pandomim. "Lâche la bête. Je te donne dix sous." Bırakılan kuş kırpılmış kanatlarının izin verdiği ölçüde beceriksizce kanat çırparak uzaklaşır. Beklenen paralar atılmış, göz kapayıp açıncaya dek de toplanmıştır. Küçük oğlanlar güçsüzce çırpınan gelir kaynaklarını yeniden yakalamak için sevinçle koşuşup dağılırlar. Yaşlı bir İngiliz bayanın tek bir kuşu on kez yinelenen özgürlüğe kavuşturma sürecinde küçük bir servet ödediğini gördükten sonra, bizim için bırakılan kuşlara karşı yüreklerimizi katılaştırdık. Küçük oğlanlar büyük bir özenle düzenlenmiş gaddarlık gösterilerini sürdürdüler. Soğukkanlılıkla izledik onları. Gerçekten de gördük ki kurbanlarını incitmiyorlardı hiçbir zaman. Bir kuş öldürülemeyecek ölçüde değerliydi onlar için, açıktı bu; turist mevsiminde saka kuşları altın yumurta yumurtluyordu. Bunun da ötesinde bu küçükler gerçekten çok tatlı oğlanlardı, kuşlarını da çok seviyorlardı. Oyunlarına kanmadığımızı, kurtarma ücreti ödemeyeceğimizi anladıklarında da gülerek baktılar bize, kin gütmeksizin, onların suç ortaklarıymışız gibi, sonra da kuşlarını özenle sakladılar."
"İslam eğitimi görmüş bir Arapla konuşmak sofu on dördüncü yüzyıl Avrupalısıyla konuşmaya benzer. Doğal her olayı en son nedene -Tanrıya- bağlarlar. Olayların o andaki nedenleri - nasıl oluştukları- üzerine en küçük bir ilgi duymadıkları görülür. Gerçekte, hemen o andaki kaçınılmaz nedenleri tanımazlar, böyle bir şey yoktur onlar için: her şeyden doğrudan Tanrı sorumludur. 'Yağmur yağacak mı dersiniz?' diye, tepedeki korkutucu bulutları göstererek sorarsınız. 'Tanrıya kalmış'tır yanıt. Yerel bir hastaneden geçersiniz. 'Doktorlar iyi midir?' 'Doktorlar boşunadır deriz biz ülkemizde' diye karşılık verir. Arap, Salamon'un ağırbaşlılığyla 'Allah yazdıysa, ölür insan. Allah isterse de iyileşir.'"

Denemeler - Montaigne

"Hareketlerimde dinselliğimi dışarıda tutmaya çabalarım; dünyanın genel gidişatına kapılırım genellikle. İyi yönetilen insanlar, yöneticilerinden daha mutludur çünkü. Sorunları kendilerine dert etmezler; gezegenlerin dönmesiyle uyum içinde dönmeye bırakırlar kendilerini usulca. Düşünen ve tartışan biri için itaat etmek, kesinlikle saf ve duru bir şey değildir."
"Kendinden söz etmeyi fena bir şey olarak görmek, yasaklamak gelenek olmuştur; çünkü kendinden söz etmek sürekli kendini övmek gibi görünür, kendini övmekse herkesin tepkisini çeker. Fakat kendinden söz etmeyi yasaklamak, çocuğun burnunu temizlemek yerine koparmak olur."
"Bize yaşamayı ömrümüz geçtikten sonra öğretiyorlar. Cicero dermiş ki, iki insan hayatı yaşayacak olsam bile, lirik şairleri incelemeye vakit ayırmam. Bence bu gevezeler daha hüzünlü bir şekilde faydasızdır. Çocuğumuzun kaybedecek o kadar vakti yoktur. Çocukbilimcilerin elinde sadece hayatının ilk on beş, on altı yılını geçirebilir. Arta kalan zamanı hayatındır. Bunca kısa bir zamanı zorunlu bilgilere ayıralım; kalanı emek savurganlığıdır. Hayatımızın işine yaramayan bütün bu karmaşık diyalektik oyunlarını kaldırıp atın; iyi seçmesini ve iyi açıklamasını bilmek şartıyla sıradan felsefe konuları alın: Bunlar Boccacio'nun masalından daha rahat anlaşılır. Bir çocuk bunları süt nineye verildiği andan başlayarak okuma-yazma öğreniminden daha kolay öğrenebilir. Felsefenin insanlara yaşamaya başlarken de ölüme giderken de söyleyecekleri vardır."
"Yasalar doğru olmalarından dolayı değil, yasa oldukları için yürürlükte olur. Kendilerini dinletmeleri doğa dışı bir güçten kaynaklanır, başka bir şeyden değil. Mistik olmak işlerine yarar. Yasa koyucular da çoğu kez ahmak ya da eşitlik korkusuyla haksızlık eden kimselerdir. Nasıl olursa olsunlar, insandırlar nihayet, her yaptıkları ister istemez sıradan ve değişkendir. Yasalardan daha çok, daha ağır, daha büyük haksızlıklara meydan veren ne vardır?"
"Aşk dediğimiz şey, istenen bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildir, gibi geliyor bana. Venüs'ün bize verdiği şey eninde sonunda bir boşalma zevki değil mi? Tıpkı doğanın başka yanlarımızın boşalmasına eklediği zevk gibi. Bu zevk taşkınlık ya da utanmazlık nedeniyle fenalık haline geliyor. Sokrates'e göre aşk, güzellik aracılığıyla çoğalma isteğidir. Fakat nedir bu zevkin insana verdiği o tuhaf gıdıklama, Zenon'u, Kritippos'u düşürdüğü o çılgınca, aptalca, saçma sapan haller, bizi sürüklediği o yakışıksız kudurganlık, aşkın en tatlı anında ateş saçan, kudurmuş, acımasız surat, sonra nedir o ansızın kabarıp kurumlanma, bu kadar delice bir işin içinde o ciddileşip esrime? Üstelik ne diye zevklerimizle pisliklerimizi sarmaş dolaş edip aynı yere koymuşlar? Ne diye insan zevkin son aşamasında acı çeker gibi, ölecek gibi inlemeye başlıyor? Bunlara bakınca, Platon'un dediği gibi, Tanrıların insanı kendilerine oyuncak niyetine yarattıklarına inanasım geliyor. İnsanların bu en bulanık, en çetrefil işinin en ortak işleri olması da doğanın bir cilvesidir diyorum. Böylece bizi eşitlemek, akıllılarla aptalları, insanlarla hayvanları birleştirmek istemiş. İnsanların en oturaklısını o bilinen hal içinde düşündüm mü, olanca ciddiyeti bir yapmacık oluverir. Tavuskuşuna haddini bildiren ayaklarıdır. Oyun sırasında ciddi düşüncelere yer vermeyenler, bir evliya heykelinin karşısında önü açık diye dua etmeye korkanlar gibidir. Biz de elbette hayvanlar gibi yeriz, içeriz; fakat bunlar ruhumuzun yapacağı işleri engellemez, bu işte hayvanlara üstünlüğümüzü gösterebiliriz. İşte, gelgelelim, diğer iş bütün düşünceleri, Platon'un olanca felsefesini ve tanrısallığını buyruğu altına alır, zalim öfkesiyle bizi, hem de seve isteye, insanlığımızdan çıkarıp hayvanlaştırır. Başka her yerde biraz olsun kibar olabilirsiniz; fakat bu işin hayvanca ve komik olmayan biçimi düşünülemez bile. Bir arayın bulun bakalım, bu iş bilgece ve terbiyelice nasıl yapılabilir? Büyük İskender, herkes gibi bir fani olduğunu bir bu işte, bir de uyumada anladığını söylemiş. Uyku ruhun tekinsiz güçlerini sarmalayıp yok eder, bu iş de hepsini kaplayıp allak bullak eder. Onu yalnızca mayamızdaki kötülüğün değil, hiçliğimizin, esirliğimizin belirtisi sayabiliriz kuşkusuz."
"Çeşitli ulusların dinlerinde vardıkları kurban, mum yakma, oruç, adak gibi ortak yanlardan biri de cinsel isteğin kötülenmesidir. Onun bir cezalandırılması anlamına gelen sünnet bir yana, bütün yargılar bu konuda birleşir. Hoş, bir bakıma, insan denilen bu ahmak varlığı yaratma işini kınamakta, bu işe yarayan organlarımızdan utanmakta o kadar da haksız değiliz ya.. Bir bebeğin doğumunu görmekten herkes kaçar, fakat ölümünü görmeye sürekli koşa koşa gideriz. İnsanları öldürmek için gün ışığında geniş alanlar ararız, ama onu yaratmak için karanlık yerlere gizleniriz. İnsanı yaparken saklanıp utanmak bir ödev, onu öldürmesini bilmekse birçok erdemi içeren bir onurdur. Biri günah, diğeri sevaptır. Aristoteles, ülkesinin bir deyimine göre birini sağaltmanın öldürmek anlamına geldiğini söyler."
"En az bilgimiz olan şeyler ilahlaştırmaya en uygun olanlardır. Bu yüzdendir ki Yunanlıların biz insanları ilahlaştırmalarına ne yapsam akıl erdiremem. Ben kendi adıma, yılana, köpeğe, öküze tapanları daha akla uygun görüyorum; onların onların akışkılarını daha az biliyoruz. Onlara hayalimizde istediğimiz gibi biçimler, eşsiz güçler vermek daha fazla hakkımızdır. Kendi kişiliğimizin ne çok eksiği olduğunu biliyoruz; ilahları bize benzer biçimde düşünmek, onları bizim gibi istekleri, öfkeleri, nefretleri, karıları, zevkleri, ölümleri, mezarları olan birer yaratık olarak düşünmek insan düşüncesinin bir sarhoşluk anına denk gelmiş olmalı."
"Krallar hiçbir şeyimi almazlarsa bana epeyce şey vermiş olurlar; hiçbir fenalık etmezlerse yeterince iyilik etmiş sayılırlar bana. Tek istediğim budur onlardan."
"İlahlar, der Platon, bize söz dinlemez ve acımasız bir organ vermişler. Kudurmuş bir hayvan gibidir bu organ, doymak bilmez iştahıyla her şeyi kendine köle etmeye çalışır (...) Kanun koyucularımız bunu böylece bilip ona göre gereğini düşünmelidirler. Cinsel gerçeğin zamanında öğretilmesi daha namuslu ve daha verimli olmasını sağlar, yoksa herkes onu düş gücünün keyfine ve ateşine göre aramaya kalkar."
"Diogenes, kendi kendisiyle konuşan, fıçısını yuvarlayıp gezen, Büyük İskender' omuz silken, insanları sineklere, hava cıva dolu torbalara benzeten o filozof, bence, insanlardan nefret edişiyle ünlenen Timon'dan daha acı, daha sarsıcı ve bu yüzden daha dürüst bir yargıçtı. Çünkü nefret ettiğimiz şey kalbimizde yeri olan bir şeydir. Timon, lanet ediyordu bize, yok olmamızı istiyordu olanca kiniyle; tehlikeli, zararlı, bulaşıcı diye kaçıyordu yakınlığımızdan. Diğeri, o kadar az önem veriyordu ki bize, yaklaşmamız huzurunu kaçıramaz, tutumunu değiştiremezdi. Kovmuyordu insanları, korktuğundan değil, onlarla görüşmeyi önemsemediğinden: Bizi kendisine iyilik de fenalık da yapmaktan aciz görüyordu."
"Ne dersiniz bu adamlara: yazılı olmayan sözü dinlemezler, kitapta görmedikçe sözlere inanmazlar, gerçek'e sakalı olmadıkça kulak asmazlar. Ahmaklıklar kağıda aktarıldı mı bir ağırbaşlılık kazanıyor. Bir yerde duydum, derseniz olmaz. Bir yerde okudum, diyeceksiniz. Ben insanların sözleriyle yazılarını fark gözetmeden incelediğim için konuşurken yapılan hataların yazarken de yapıldığını bildiğim, bugüne eski zaman ölçüsünden değer verdiğim için bir arkadaşın söylediklerine büyük bilginlerin sözleri ölçüsünde değer veriyorum; kitaplar kadar, kendi gördüklerimden de faydalanıyorum."
"Bizi yöneten, dünyayı ellerinde bulunduran insanların bizim kadar akıllı olması, bizim elimizden geleni yapması yetmez. Bizden o kadar üstün değillerse, bizden epey aşağı sayılırlar. Çok şeyler vaat ettikleri için çok şeyler yapmaya mecburdurlar."
"Tuhaftır, şairlerimizi şiir eleştirmesini, yorumlamasını bilenlerden sayıca daha çok. Şiiri oluşturmak, şiirden anlamaktan daha rahat. Şiirin orta hallisi sıradan kriterlerle, sanat bilgisiyle yargılanabilir; fakat şiirin iyisi, olağanüstü ilahi olanı kuralların ve aklın ötesindedir."
"Doğru bulduğum hiçbir şey yoktur ki yanlış gibi görünmesin."