18 Eylül 2012

Lucid Dreaming


Blogu açtığım ilk zamanlar lucid dreaming ile ilgili bir yazı yazmıştım. 
Bugün kardeşimin uzun zamandır bahsettiği ama bir türlü tanışamadığım arkadaşları ile tanıştım. Sohbet uzadıkça konu rüyalara, lucid dreaming'e ve astral seyahate geldi. 

Hayatımda ilk kez lucid dreaming deneyimi yaşayan biriyle karşılaştım. Anlattığım zaman anlaşılamadığımı biliyordum ve ilk kez beni anlayan biriyle konuşabildim.

Lucid Dreaming'in ne olduğunu link verdiğim yazıdan okuyabilirsiniz. Ben uzun zamandır böyle bir 'dert'le yaşıyorum. Gerçi dert mi değil mi henüz karar verebilmiş de değilim. 

İstanbul'a gelmeden önce uyku saatlerim sorun olmadığı için her gün bu deneyimi yaşayabiliyordum ama İstanbul, çalışma hayatı, erken kalkış derken lucid rüya görmez oldum. Bu artık göremediğimden değil. Ben uykuya dalar dalmaz lucid rüya gören biri değilim. Daha çok, gündüz ışığına ihtiyacım oluyor bunun için. Pazar günlerini bu yüzden seviyorum. 10-12 saat uyuyabiliyorum, ki bırakılsam 20 saat de uyurum. Lucid rüya o kadar eğlenceli ki iki gün boyunca aralıksız uyuyup o dünyada kalabilirim.

Neden eğlenceli?
İstediğin her şeyi yapabiliyorsun. Ölülerle iletişime geçebiliyorsun, sende olmayan bir şeyi var edebiliyor, olanı geliştirip işleyebiliyorsun. Bir dönem sürekli internet kullandığımı hatırlıyorum ve bu öyle bir şey ki bir kelime arıyorum Google'da doğru sonuca ulaşıyorum, oyun oynuyorum ve bunların hepsini rüyada olduğumu bilerek yapıyorum. Rahatsız olduğum yerde, sonuçtan hoşlanmayacağımı anladığımda kesebiliyorum. Nadiren de olsa kaldığım yerden devam edebiliyorum. Birkaç kez aynı rüyayı tüm ayrıntılarıyla aynı olarak görmüşlüğüm var. Üniversite sınavına hazırlandığım dönemde rüyalarda ders çalışmak da işe yarıyordu. Sanırım sadece rüyamda çalışmıştım zaten.

Üretebiliyorsun. Rüyamda takvim arkasına menkıbe uydurduğumu, şarkı bestelediğimi biliyorum. Hafızam iyi olsa ve müzikten anlasam o şarkı kesinlikle patlardı. Mükemmeldi.

Neden yapmamak istiyorum?
Çünkü uyanmak çok can yakıcı oluyor. O dünya çok eğlenceli ve biri seni uyandırdığında sana en büyük kötülüğü etmiş oluyor. Her şey yarım kalıyor. 
Yaşadıklarını gerçekten yaşadığın için tüm psikolojik etkileri taşıyorsun. Sabahtan akşama kadar gerginliğini taşıdığım rüyalarım oluyor.

3 tür uykum var. İlki çok yorgun olduğumda simsiyah geçen bir gece. Tek rüya izi yok. İkincisi herkes gibi gördüğüm sıradan, hissiz, öylesine rüyalar ve üçüncüsü lucid rüyalar. Bunların arasındaki fark çok bariz. Ben bunu büyükbabamlı rüyalarımda anladım. Büyükbabamla buluşuyorduk rüyalarımda ve ben ona gerçekten dokunuyordum, onu hissediyordum. Bir keresinde onun aslında ölmediğini gördüm. Rüyada olduğumu biliyordum ve buna inanmak istiyordum. Büyükbabam capcanlı karşımdaydı. Son bir senedir ise büyükbabam sadece sıradan rüyalarımda var, o da çok nadir. Sıradan rüyalar o kadar sahte o kadar sahte ki uyuduğuma pişman oluyorum.

Zamanında bir arkadaşım vardı ve astral seyahat edebiliyordu. Onunla uzun uzun konuşurduk, yöntemlerini, nasıllarını.. Ama bugün öğrendiğim bir şey var ki astral seyahate en kolay çıkma yöntemi lucid rüya imiş. Bana ikisi bağımsız gibi geliyordu hep. Çünkü arkadaşım astral seyahat için uzun zaman çalışmış ve çok da iyi seviyede bile değildi. Benim dibimde böyle bir olanağın olduğunu bilmiyordum. 

Astral seyahat beni korkutan bir şey. Bedenime yukarıdan bakmak, bilmediğim bir aleme gitmek ve bilmediğim 'varlık'larla karşılaşacak olmak beni korkutuyor. Korkumu yenip her şeyi göze alıp belki bir gün bunu da deneyebilir ve sizin evinizde sizi izleyebilirim nihaha

Lucid Dreaming'i hatırlatma yazısı idi bu.
İyi uykular...

10 Eylül 2012

Rene Magritte

Bugün günlerden Rene Magritte for me!





Sürrealizme gönül vermiş bir abimiz kendileri. Yukarıdaki gördükten sonra "Ya ne olacağıdı yapraaağam" demenizi anlayışla karşılıyorum. 
Bilmemizin faydası olabileceği şeyler neler:
Belçikalı.
67 yılında gitmiş bedeni, 69 yaşındayken.
Çocukluğunda çizim dersleri almış. 
Annesi, o çocukken nehre atlayarak intihar etmiş ve Magritte, annesinin sudan çıkarılışını izlemiş. Eserlerinde bu durumun izlerinin olduğu fikrine ise çok bozulmuş.
Duvar kağıdı yaparak geçimini sağlıyormuş bir zamanlar, daha sonra reklamcılığa bulaşarak afiş vb. şeyler tasarlamış. 
Başta sürrealistlerden sayılmazken yaşamındaki hüzünler, acılar ya da genel olarak tüm yaşanmışlıkları onu sürrealizme iter. Buna rağmen sınırları olmasını istemediği için kendisine sürrealist denmesinden hoşlanmaz.
Brüksel'de ilk sergisini açtığında eleştiriler onu yaralamış ve depresyona girerek Paris'e taşınmış. Paris'e taşınması onu sürrealistlerin arasına sokmuş olduğu için bu depresyon yararına olmuş bile diyebiliriz.
Resimleri pek çok rock albümü kapağında tercih edildi. 
Resimleri pek çok filme ilham oldu. 
Meşhur "Bu bir pipo değildir." (ceci n'est pas une pipe) Rene Magritte'ye aittir. 



Resimleri için "My painting is visible images which conceals nothing." der.
Resimlerinin anlamını soranlara verdiği, vereceği cevap belliydi: "Nothing."
Diğer büyük sürrealistlerle karşılaştırdığımızda Magritte'nin fazla ayık olduğunu söyleyebiliriz, ben söyleyebilirim misal. Bir Dali değildir ama bu kötü de değildir.
Magritte'nin resimlerini okurken pipoya pipo olarak bakmayız ama pipoya adam öldürmeye yarayan bir şey olarak da bakmamalıyız, yani fazla kafa yormamızı istemez "Nothing"i ile. O sadece anlamlarla mücadele eden bir sanatçıdır. Pipoya ilk ne zaman pipo dedik, hiç pipo görmemiş ve bu kavram kafasında anlamlandırılmamış biri için piponun şekli ne ifade eder ya da pipo kelimesini duyduğunda ilk olarak ne düşünür? Magritte'nin derdi budur. Hiçbir şey hiçbir şeydir. Eğitime, öğretilene kafa tutar da diyebiliriz. Yine de insan klasik eserleri okurken yaptığı gibi pipoya bakıp ölümle, zevkle, tütünle, dudakla, kadınla, onunla bununla şununla ilgi kurma çabasından kendini alamaz.
Bir kitabın ikinci basımında düzeltilen kısımları olduğu gibi Magritte de resimleri üzerinde değişikliğe gitmiş. Bu garip geldi bana ama "Neden olmayacağını düşündün ki kızım?" diyerek kendimi azarlamaktan geri durmadım.
Felsefeyle ilgilidir. Bunu da belirtmek idiotlara yakışır oldu. "Bu bir pipo değildir."de başlı başına felsefe yok mudur?


Yukarıda görülen Clairvoyance isimli tablo da çok şeyin özetidir. Yumurtaya bakıp kuş çizen bir ressam. "Anlamla mücadelenin kutsallığı" diye özetleyebilirim ben bunu.
Bazı ressamların hemen hemen bütün eserleri aynı öğelerden aynı üslupla oluşurken Magritte'de böyle bir bütünlük var diyemiyorum. Resimlerini incelerken "Alla alla bu da mı onundu? Ee ben hiç görmedim ya başkasına aitse?" diye de çeliştiğim oldu. Hatta şunlardan biri ona ait değilse hiç şaşırmayacağım. Yeni bir albümüm oldu da Rene Magritte adında. 

Şuracık incelenebilir: http://www.magrittemuseum.be/

9 Eylül 2012

Evde Yoklar - Metin Altıok

evde yoklar

Durmadan avuçlarım terliyor,
İnildiyor ardımdan
Girdiğim çıktığım kapılar.
Trenim gecikmeli, yüreğim bungun,
Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar.
Ne zaman bir dosta gitsem,
Evde yoklar.

Dolanıp duruyorum ortalıkta.
Kedim hımbıl, yaprak döküyor çiçeğim,
Rakım bir türlü beyazlaşmıyor.
Anahtarım güç dönüyor kilidinde,
Nemli aldığım sigaralar.
Ne zaman bir dosta gitsem,
Evde yoklar.

Kimi zaman çocuğum,
Bir müzik kutusu başucumda
Ve ayımın gözleri saydam.
Kimi zaman gardayım
Yanımda bavulum, yılgın ve ihtiyar.
Ne zaman bir dosta gitsem,
Evde yoklar.

Bekliyorum bir kapının önünde,
Cebimde yazılmamış bir mektupla.
Bana karşı ben vardım
Çaldığım kapıların ardında,
Ben açtım, ben girdim
Selamlaştık ilk defa.

Metin Altıok

7 Eylül 2012

En Büyük Veda


"Anason kokarken sofralar / Yaşlandırıyor seni aynalar
Her geçen yıl birer birer / Masadan eksiliyor dostlar"

Zakkum'un Anason şarkısını orada burada duydum hep ama dinlememişim. "Anason" kısmını "Bana sor" diye anlıyormuşum, onu fark ettim geçen. Sonra şarkı anlam kazandı haliyle. Birden gözlerim doldu. Babamın ağlayarak içeceği bir şarkı olmuş bu. 

Herkesin bir yarası vardır. Benim yaram da babam. 
Hep babamdan bir yara olarak bahsettim ama derinine inmedim, inemedim. Şimdi bu biraz vedadır eski günlere, geçmişime ve aileme.

Hani nereden başlayacağını bilemediğin uzun hikayelerin vardır, bu da benim için onlardan biri. Ne desem nereden başlasam bilemiyorum.

Babam. Yakışıklı, dinç, saygı değer, sevilen, el üstünde tutulan bir adam. Memurdu, şimdi emekli.

Ben kendimi bildim bileli babamın alkol sorunu var. O bunu hiçbir zaman sorun olarak görmedi elbet. Anısal hafızam çok kuvvetlidir, her anım en dibine kadar hafızamda yer tutar. Lanet ki böyle bu. Çocukluğumda babamın gece yarısı gelip kendini affettirmek için bana oyuncaklar aldığını çok net hatırlıyorum. Hani küçük mobilyalar olurdu, takım halinde. Onlardan beş altı tane birden getirirdi. Ayakkabı alırdı bolca, sonra elektronik aletlere sardı. Ama bana aldığı hatta eve elinde bir şeylerle geldiği günleri tek tek sayabilirim. O kadar az şey alırdı, getirirdi. Sever miydi, muhtemelen ama bir gerçek vardı herkesin bildiği, kardeşimi her zaman daha çok sevdi. Babama benziyordu, bense anneme benziyordum.

Beni sevsin diye birçok şey yaptım. Güçlü oldum. Belki erkek olsam beni daha çok severdi diye erkeksi davranmaya başladım. Babam içerken ona eşlik ettim, kusana kadar içtim. Onun yanında kusmadım. Onun yanında hiç zayıf olmadım. 

Babam ben liseye gidene kadar bana harçlık vermedi. Yumiyum yiyen kızları bile kıskanırdım alamıyorum diye. Para vermezdi çünkü düşünemezdi bizim paraya ihtiyacımız olabileceğini. Bu kadar uzaktı babalığa.

Babama hiçbir zaman hiçbir şey için tam manasıyla kızamadım. Çünkü iyi biri, bilmiyorsa içinden gelmiyorsa onu suçlayamam. Sevmeyebilir, ilgilenmeyebilir ki seviyor da, büyüdüğümde anlayabildim ama olsun. Kardeşim üniversite için İstanbul'a geldikten bir yıl sonra onun yokluğuna alışıp beni fark ettiler. Abartmıyorum hiç, beni görmeye başladılar. Halimi hatrımı sorup yemeğe çağırmaya başladılar. Enteresan değil mi? Annemle babamı hissettiğim topu topu 4 senedir sanırım. 

Çocukluğumda babam her zaman sarhoştu onu hep sarhoşken hatırlıyorum. İçmediğinde çok sinirli olurdu, daha doğrusu gergin; yanına yaklaşamazdım korkudan. İçtiğinde ise fazla sevdiği için canımı yakardı. Birkaç kez öldürüyordu beni istemeden tabii. 

Babamı çok defa yerden kaldırdım. İçtiğinde aile fertleri onun yüzüne bakmazdı. Bir ben dayanamazdım. Bir gün yine gelmiş bahçede düşmüş kalmış. Ben 1,5 metre boylarında 45 kilo bir hatunum, 100 kilodan fazladır babam, onu yerden o hiç yardımcı olmadan kaldırdım. Başardım ama sonra sonra bel ağrıları çekmeye başladım tabii. Bir keresinde yine düşmüştü, kimse ilgilenmedi. Baktım alnı yara olmuş, o sızmışken ağlaya ağlaya pansuman yaptım ona. 

Çok uğraştım zamanında beni sevsin diye, hep uğraştım aslında. Sonra ne oldu emin değilim, "Artık sevilsem ne olur" demiş olmalıyım ki bıraktım beni sevmesini beklemeyi. Olmuyorsa olmuyor. 

Ben İstanbul'a neden geldim biliyor musunuz? Çevremdeki hiç kimse bana 200 lira veremedi diye. Ben o dönem ciddi ciddi etamin işine sarmıştım amacım etamin yapıp blog üzerinden satmak ve en azından harçlık çıkarmaktı. Birkaç tane yaptım ama malzeme almam gerekiyordu. Babamdan para istedim, bakarız falan dedi beni ciddiye almadı yine. Halbuki bunu öylesine güçlü istiyordum ki... Ruhumu dinlendiriyordu, yaparken keyif alıyordum ve karşılığında üç kuruş kazanacaktım. Olmadı, bana para vermedi. O dönemde kardeşinin oğluna geri ödemeyeceğini bile bile iki kredi kartı veren babam bana 5 kuruş vermedi. Çok garip bir acıydı benim için, tarif edemiyorum. Sonra 'müthiş insan'ın gazıyla İstanbul'a geldim. Yanından ayrılmamı istemiyordu babam. Bilet almaya giderken "Sana şimdi 500 lira vereyim gitme." demişti. Kabul etmedim. Ben bu olaydan çıkaracağım dersi çıkarmıştım zira.

İstanbul oldu. Ben İstanbul'da zar zor da olsa başardım ve ayaktayım. Geldiğimden bu yana babam parayla ilgili tek bir şey sormadı. Bir şeye ihtiyacın var mı, paran var mı kızım demedi, bir kere bile. 5 kuruş vermedi. İlk ay annemin gelirken harçlık olarak verdiği 600 lira ile iş yerine 3 vasıta ile giderek, yemek parası verilmezken geçinmeyi başardım. 20 gün çalıştığım için ilk ay da bir o kadar maaş almıştım. İki ay ben 600+600 ile geçindim İstanbul'da, bahsettiğim şartlarda. Aç kaldım gerçekten aç kaldım. Çok iyi hatırlıyorum, iş yerindekiler yemek söylediğinde cebimde param olmadığı için aç kaldığımı. Böyle şeyler yaşadım ben. Yalnız başıma. Tek destekçim yoktu, iş arkadaşlarımın ve müthiş arkadaşın manevi desteğinden başka. Eve çıkmam gerekiyordu artık ve bunun için de 1000 lira gerekiyordu. Önce babamı aradım böyle böyle dedim ve bana 1000 lirayı vermedi. İstanbul'a yalnız gönderdiğin ve hiçbir yerden 1000 lira bulamayacağını bildiğin kızına 1000 lira vermez misin ihtiyacı olduğunda? Vermedi. Avans alıp eve çıktım. 

Sonra sonra düzeldi hayatım. Maaşımı tam almaya başladım, iyi bir iş teklifi aldım, zam aldım, zam aldım, zam aldım... Karınca gibi çalışarak, gece gündüz demeden çalışarak.. Ayakta durmak zorundayım çünkü, arkamda bana destek olacak kimse yok, kimse yok.

İki aydır toplayabildim götümü. Uzun zamandır ihtiyacım olan şeyleri almaya başladım, toparlanıyorum ve babam halimi hatırımı sormaya başladı. Nedeni varmış... Benden kredi çekmemi istiyor. 20 bin. Kuzenime verdiği kartları ödemek için.. 

Yaşadığım acıyı anlatmaya çalışsam da başaramam, imkanı yok başaramam. Ben babamı ilk kez reddettim. Yalan uydurarak da olsa reddettim. İlk kez reddettim, canım acıya acıya reddettim. Çünkü ben bunu hak etmiyorum, bana biçtiği hayatı hak etmiyorum. Kazarak, deli gibi çalışarak bir şeyler başarmaya çalışıyorum ve bunu salak kuzenim ya da bir başkası için mahvedemem. Benim şu şartlarımla 20 bin çekmem demek hayatımı ipoteklemem demek.. Babam düzenli ödeyeceğini söylemişti ama kimin umurunda. 

Bayramdan beri annemle babamı bir kere bile aramadım. İçimden gelmiyor. Beni üzen, yaralayan hisleri canlandırmaktan başka bir işe yaramıyor sesleri. İçimi rahatlatan bir anne baba sesi yok çünkü. Yok.

Belki de bundan sonra bir daha hiçbir zaman uzun süre bir arada yaşayamayacağız. Belki belki belki bilmiyorum. Hazırım. Deli gibi kahrolacağım, babamı tanımadan babasız geçen yıllara yanacağım, anneme de öyle ama yapacak bir şey yok. Herkesin bir hayatı var ve ben bu hayatı yaşıyorum. Baba-anne sevgisi görmeden geçen yılları sevgililerle tamamladım hep. Bir insanın 12 yaşında sevgilisi olması normal mi? 26-12 arasında 35-40 sevgiliye ne demeli? Arkasından ağladığım sevgili de ya iki ya üç. Sikime takmamışımdır kimseyi. Nasılsa orada öyle bir boşluk var ve o olmazsa başkası dolduracak o boşluğu. Hasta kafa.

Şimdi yokmuş gibi geliyor ailem. Varlıkları ile yoklukları arasındaki fark bariz. Varlıkları acı verirken yok saymam huzur veriyor. Sadece annem için de babam için de üzülüyorum. Vicdanım sızlıyor hayatlarına baktığımda. Yanlış hayatlar, heba olmuş hayatlar... Bu kadar. 

Birini kaybettiğinizde onunla yaşadıklarınız yüzünden değil, yaşayamadıklarınız yüzünden üzülürsünüz anlamında bir de söz vardı kime ait ve tam olarak nasıldı bilmiyorum. 

Çok mu yalnızmışım ne?


Not: Ben kaplumbağam Müslüm'ü çok severdim. Elime geçen her kuruşla ona yem, oyuncak, bakım kremi alırdım. İhtiyaçlarını düşünür ve onu kucaklardım bolca.

He bir de tepedeki baba kız Shante Young diye bir ablamıza aitmiş.

1 Eylül 2012

Ölümsüzlük - Milan Kundera


Okuduğum baskı bağlantı adresi verdiğim yayınevine değil farklı bir yayınevine ait ve hataları var. 

"Bir arabayı ötekilerden yalnızca bir seri numarası ayırır. İnsan örneğinde numara, yüzdür. Bir insanda rastlantılarla bir araya gelmiş bu yüz çizgilerini bir başkasında bulamazsınız. Ne karakter ne ruh ne de ben denen şey açığa çıkar bu yüz çizgilerinde. Yüz yalnızca bir örneği numaraların."
"Bir gün çirkinliğin saldırısı artık dayanılmaz olduğunda bir çiçekçiden bir sap, yalnızca bir sap unutmabeni çiçeği alacaktı. İncecik bir sap üzerinde küçük bir çiçek. Bu çiçeği yüzüne doğru tutarak sokağa çıkacaktı. Bakışlarını çiçeğe dikecek ve mavi bir noktadan başka bir şey görmeyecekti. Artık sevmediği bir dünyadan aklında kalmasını istediği son imajdı bu. Paris sokaklarında böyle dolaşacaktı. İnsanlar kısa süre içinde onu tanıyacak, çocuklar alay ederek arkasından koşacak, bir şeyler atacaklardı. Sonunda bütün Paris ona unutmabenili deli adını takacaktı."
"Agnès üç saat önce saunaya giren, ben'ini göstermek ve kendisini onlara kabul ettirmek için kapının ağzında sıcak duştan ve alçak gönüllülükten nefret ettiğini haykıran yabancı kadını anımsadı ve şunları düşündü: Siyah saçlı kız motosikletinin susturucusunu çıkarırken aynı itkiye boyun eğmişti. Gürültüyü yapan alet değil, siyah saçlı kızın ben'iydi; bu kız sesini duyurmak için, başkalarının düşüncelerine girmek için ruhuna gürültülü bir egzoz borusu eklemişti. Bu patırtıcı ruhun uçuşan uzun saçlarını gören Agnès, şiddetle onun ölümünü istediğini anladı. Otobüs çarpsaydı, motosikletli kız kanlar içinde asfaltın üzerine serilseydi, Agnès kesinlikle korkup üzülmeyecek, oh çekecekti."
"Kaldırım gittikçe kalabalıklaşıyor, yürümek zorlaşıyordu. Yola inmek zorunda kaldı. Arabalarla kaldırım arasında yürümeye başladı. Uzun süredir alışmıştı buna: İnsanlar hiçbir zaman yol vermezlerdi ona. Sık sık kırmak istediği bir şanssızlık olarak görüyordu bunu; karşıdan geleni yoldan çıkarmak ve itmek amacıyla bütün cesaretini toplar, yoldan çıkmamak için elinden geleni yapardı ama her seferinde de başarısızlığa uğrardı. Bu, günlük basit güç denemesinde her zaman kaybederdi. Bir gün yedi yaşında bir çocuk çıkmıştı karşısına; yana çekilmemeye çalıştı ama sonunda çarpmamak için gene çekilmek zorunda kaldı."
"Bir anısı geldi aklına: On yaşlarındayken anne babasıyla kıra gezmeye gitmişti. Geniş bir orman yolunda dikilmiş iki köy çocuğu gördüler: Çocuklardan biri, elinde sopa, geçişi engellemek istiyordu: "Burası özel bir yol. Geçiş parası vermeniz gerekiyor." diye bağırıyor ve sopayı hafifçe babasının karnına dürtüyordu.

Kuşkusuz bir çocuk şakasıydı bu ve çocuğu itmek yeterliydi geçmek için ya da bir tür dilenmeydi ve babasının cebinden bir frank çıkarmasıyla sorun çözülebilirdi. Ama babası döndü ve başka bir yola girmeyi yeğledi. Hiçbir önemi yoktu bunun. Maceraya gireceklerdi: Annesi kötü yanından aldı işi ve "On yaşında çocuğa bile pes ediyor." demekten alamadı kendini. Bu arada babasının tutumu Agnès'i de düş kırıklığına uğratmıştı."
"Babasını düşündü. 10 yaşlarında iki hayta karşısında gerilediğinden beri onu çoğu zaman şu durumda canlandırıyordu kafasında: Batmakta olan geminin bordasındadır. Filikaların herkesi alamayacağı ortadadır. Çılgınca köprüye yığılmıştır yolcular. Baba da önce ötekilerle beraber koşmaya başlar ama ölüme doğru yerlerinde tepinmekten başka bir şey yapmadıklarını gördüğü bu insanlarla göğüs göğüse gelip yolunu tıkadığı öfkeli bir kadından yumruğu yiyince birdenbire durur ve kenara çekilir; sonunda salkım saçak insanla dolu filikaların uğultu ve küfürler arasında yavaşça azgın dalgalara doğru inişini seyretmekle yetinir.

Babasının bu tutumu nedir? Alçaklık mı? Hayır. Alçaklar ölümden korkarlar ve hayatta kalabilmek için acımasızca mücadele etmesini bilirler. Soyluluk mu? İnsanları sevdiğinden böyle davransaydı hiç kuşkusuz soyluluktu. Ama Agnès böyle bir motivasyona inanmıyordu. Neydi peki? Bilmiyordu. Tek bir şey kesinmiş gibi geliyordu ona: Batan bir gemide ve filikaya atlayabilmek için mücadele verilmesi gereken bir ortamda baba önceden mahkum edilecekti.
Evet, bu kesindi. Kendi kendine sorduğu soru şuydu: Babası kendisinin biraz önce motosikletli kızdan ve kulaklarını tıkadığı için onunla alay eden adamdan nefret ettiği gibi, gemideki yolculardan nefret etmiş miydi? Hayır. Agnès babasının nefret edebileceğini düşünemedi. Nefretin tuzağı insanı hasmına çok sıkı biçimde bağlamasıdır. İşte savaşın edepsizliği: Karşılıklı dökülen kanların yakınlığı, birbirlerinin gözlerinin içine bakarak birbirlerinin yüreklerini delen askerlerin şehvetli yakınlığı. Agnès'in bundan hiç kuşkusu yoktu: Bu yakınlıktan iğreniyordu babası: Gemideki itiş kakış ona öylesine tiksinti veriyordu ki, boğulmayı yeğliyordu o. Birbirlerine vuran, tepinen, birbirlerini ölüme gönderen insanlara dokunmaktansa tertemiz sularda yalnız bir ölü olarak kalmayı yeğliyordu o.
Babanın anısıyla kendisine egemen olan nefretten kurtulmaya başladı. Eliyle alnına vuran zehirli hayali yavaş yavaş aklından çıkarıyordu ki, birdenbire şunları düşündü: Onlardan nefret edemem çünkü beni onlara bağlayan hiçbir şey yok: Ortak hiçbir şeyimiz yok onlarla."

Uzun Zamandır Aklımda Olup Hatırlayamadığım Sözü Sonunda Buldum


"Hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır: 
On beşimizdeyken evden kaçmamış olmak."

Walter Benjamin