27 Nisan 2010

Düş Ekmeği

Oktay Akbal'ın 1983`te basılan kitabı bu. 
17 yaşındaki herkesin mutlaka okunması gereken bir kitap. 17 yaşımdaydım okuduğumda, çok işime yaramıştı işin aslı.
On yedi yaşın bütün hislerini o kadar ayrıntılı, o kadar naif, o kadar içten anlatmıştı ki etkilenmemek imkansızdı.
Her gününü ayrı ayrı hissederek yaşadığın on yedi yaş, hiçbir eserde bu kadar güzel anlatılmamıştır eminim.
Kardeşim, 17 yaşına bastığında ona da hediye etmiştim. Tavsiye ederim, güzel bir hediye olur.

Kitaptan alıntılar:

"Yaşım on yedi ve geçmişteki yıllarım bir avuç."
--
"Yalnızdım sağım da solum da önüm de arkam da boş. İncecik bir yağmur düşüyor. Ne oyun ne arkadaşlar ne de ben.. Soyut bir evrendeyim. Zaman dışı bir yerde. Arada bir böyle olurum, kendimin dışına çıkarım, çevremin neredeyse yaşamın. Şimdi on yedi yaşındayım. Çocukluktan çıktım, ilkgençlik yıllarının başı. Durup bakıyorum ileriye gelecek zamana.. Sisli bir ufuk.. Hayaletler gibi birtakım gölgeler.. Gelecekteki yılların içinden sıyrılıp elle tutulur bir nesne, birer varlık biçiminde belirecek olanlar.. Gün gün, hafta hafta, yıl yıl.. "Nedir zaman nedir?" diye sorar şair. Bi su mu, bi kuş mu, iniş mi, yokuş mu..? İlle de maddesel bir şey ararlar ne denli ruhsal olmak isteseler de.. Su akıp gider, kuş uçar, kaçar, inişten çabucak geçilir, yokuştan ağır ağır çıkılır. Zamanla ne ilgisi var bunların? Bir tek soru var.. : "Zaman nedir?"
--
"Yaşam akacak böyle böyle.. Bir gün bakacağım yaşlanmış biri var benim yerimde. Okullar bitmiş, aşklar sona ermiş.. Ben hep içinde olduğum anın dışındayım nedense.. Ya gersinde, ya ilerisinde.. Ama şu anın içinde değilim.. Neden?"
--
"Yazmayı seviyorum, birden çoğalıyorum, sanki bir kişi değilim, on yedisinde değilim, değişik yaşlardayım, belki kırk, belki elli, belki daha ilkokul yıllarında.. Bitmez tükenmez gibi geliyor anlatmak istediklerim..."
--
"Yarın pazartesi; okul, dersler, öğretmenler.. Sanki hiç bitmeyecek bu yaşam, hep böyle gidecek.. Anlamsız. Yaşamakta bir anlam var mı? Ben bulamıyorum. annemle konuşmak, anılara dalmak var. Bir de yazmak. Geçip giden bu yaşamdan bir şey kaçırmaktır yazmak. Kendimizden, çevremizden.. Ne yazılırsa o kalır geriye. bir gün açıp okursam o defterleri anlayacağım bu günleri gerçekten yaşadığımı."
--
"Yıllar yıllar..! On yedi yaşında bir delikanlı oturmuş yaşamını düşünüyor. Ne çok yaşamış, ne yoğun, ne derin..! Bir gün gelecek yine burada oturacağım belki. Yaş kırk, elli olacak. Evli, çoluk çocuk sahibi. Belki de üç-beş yıl önceye göre çok daha yakın gelecek bugün bana. Zaman yaşlandıkça kısalır. Kısalır kısalır kısalır. Kopuverir sonra.. Ölüm mü o?  
--
"Ama sanki bir türlü bulmak istemiyor gibiydim.. Aramak, özlemek..! Radyoda duyduğum tangolarda yaşatmak onu.. Yeryüzüne, yaşama beni bağlayan bir neden.. Belirsiz duyguların tutsağıydım.. Aşk mı nedir, bilmediğim..!"


Oğuz Atay - Günlük


Tutunamayanlar'ın yazarı Oğuz Atay'ın bir günlüğünün olduğunu ve bunun Günlük adıyla kitaplaştığını bilen bilir. Bence harika bir şey bu. Yazarların günlüklerini okumak nedense hep haz vermiştir bana. Hatta diğer kitaplarından daha hoş gelir. Kurgu olmadığına inandığım içindir herhalde ve biraz da içime kaçan magazin sevgisinden de olabilir bu :) Aşağıdaki alıntı, Günlük'ün ilk yazısı. 25 Nisan 1970 tarihli. Hadi bakalım..


"Selim gibi, günlük tutmaya başlayalım bakalım. Sonumuz hayırlı değil herhalde onun gibi. Bu defteri bugün satın aldım. Artık Sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. "Kimseye söyleyemeden, içimde kaldı, kayboldu." dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız."

Çiçekli Şiirler Yazmak İstiyorum Bayım




"Zenciler prensesi olacağım.
Hayat işte asıl o zaman başlayacak"Pippi Uzunçorap


Çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım
Bilmiyorsunuz. Darmadağın gövdemi
Çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum.
Karanlıkta oturuyorum. Işıkları yakmıyorum.
Çalar saat zembereği boşalana kadar çalıyor
Acı veren bir sevişmeyi hatırlıyorum.
Bir bıçağın gereksiz yere parlaması bu.
Yıllardır kendini bulutlarda saklayan illegal bir yağmurum.
Bir yağsam pahalıya malolacağım.
Ben bir bodrum kat kızıyım bayım
Yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum
Bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum
Fakat korkuyorum. Birazdan da
Kırk üç numara ayakkabılarınızla
Bahçede oynayan çocukların üstüne basacaksınız
Bu iyi olmaz bayım!


"Gün akşam oldu" diyorum
Ekmek kırıntıları atıyorum kuşlara
Cam kırıkları yiyorlar
Rüyamda; bir kâse dolusu suyun içinde
Rengârenk yap-boz parçacıkları
Anlatmak istiyorum, dinlemiyorsunuz.
Hayır, sanırım sabahı bekleyemem
Bilmiyorum.
İnsanlar rüyalarını acilen anlatmalı.


On dört yaşındaydı ruhum bayım
Bir mermer masanın soğukluğunda yaşlandı.
Protez bacaklar taktılar ruhuma ince ve beyaz
Gıcırdaya gıcırdaya dolaştım şehri
Protez bacaklarıma bile ıslık çaldılar
O ara içimde çiçeklerden oluşmuş
bir silahsız kuvvet ablukaya alındı
Sinemalarda da "orgazm gıcırtıları" oynuyordu.
Kaçmaya çalıştım. Olmadı.
Bu nedenle, çiçekli şiirler yazmayı
Ruhum açısından faydalı buluyorum bayım.
Neyse işte
Ben her filmi hatırlarım
Sinemaların hiç bitmeyen gecesine sığındığım çok oldu.
"Sofi’nin tercihini" seyrederken çok ağlamıştım.
Öpüşen Guramilerle ilgili bir film yapsalar
Onu da mutlaka hatırlardım.
İnsan içinde çevrilen bir çıkrığın sesini unutur mu?
Hem sonra ben hatırlamaya alışkınım
Bir "eşya toplayıcısıyım" bayım.


Büyük gemiler de yok artık bayım
Büyük yelkenler de
Büyük kâğıtlar yakmak istiyor şimdi canım.
İşte az önce bir karabatak daldı suya
Bir süredir kayıp
Dünyayı yutmuş olarak çıksa da ortaya
Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım.
Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum.
Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen
Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?
Bir gül, bir güle derdi ki görse
Yalan söylüyorum
Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.


Didem MADAK

Kullanılması Bilinirse

"Kullanılması bilinirse, psikolojinin tersanelerinde dünyanın en kudretli toplarından daha etkili silahlar vardır. "
Gustave Le Bon

Parayı Domuzun Boynuna Takmışlar

"Parayı domuzun boynuna takmışlar da "Domuz Ağa" diye çağırmışlar."

SONRA YAPILACAK TEK ŞEY VAR

SONRA YAPILACAK TEK ŞEY VAR

Sen. Makine başındaki adam ve atölyedeki. Sana yarın su boruları ve vanalar yerine
çelik miğferler ve makineli tüfekler yapmanı emrederlerse, yapılacak bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Tezgahı ardındaki kız ve bürodaki kız. Sana yarın bomba doldurmanı ve keskin
nişancı tüfekler için hedef dürbünleri monte etmeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Fabrika sahibi. Sana yarın pudra ve kakao yerine barut satmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Laboratuardaki araştırmacı. Sana yarın eski yaşama karşı yeni bir ölüm icat
etmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Odasındaki ozan. Sana yarın aşk şarkıları yerine nefret şarkıları söylemeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Hastası başındaki doktor. Sana yarın savaşa adam yazmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Kürsüdeki din adamı. Sana yarın savaşa dair kutsal sözler söylemeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Vapurdaki kaptan. Sana yarın buğday yerine top ve tank taşımanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Havaalanındaki pilot. Sana yarın kentler üzerine bomba ve fosfor yağdırmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Dikiş masası başındaki terzi. Sana yarın üniformalar dikmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Cübbesi içindeki yargıç. Sana yarın savaş mahkemesine gitmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. İstasyondaki adam. Sana yarın cephane treni ve kıt'a nakli için kalkış sinyali vermeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...


Sen. Kentin varoşlarındaki adam. Sana yarın gelir de siper kazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Normandiya'daki ana ve Ukranya'daki, sen Frisko ve Londra'daki ana. Sen Hoangho ve Missisippi' deki
ve Hamburg ve Kore ve Oslo'daki ana., bütün toprak parçaları üzerindeki analar, dünyadaki analar, sizden
yarın yeni kırgınlar için hemşireler ve çocuklar doğurmanızı isterlerse, dünyadaki analar, yapacağınız bir tek şey var:
HAYIR deyin!... Analar, HAYIR deyin!...

Çünkü eğer hayır demezseniz, eğer hayır demezseniz analar, sonra, sonra:

Gürültülü vapur dumanlarıyla yüklü liman kentlerinde büyük gemiler inildiye inildiye sessizleşecek, dev mamut
kadavraları gibi su üstünde ölgün ve hantal, su yosunu, deniz bitkileri ve midye kabuklarıyla kaplı, önceleri
öyle ipildeyip çınlayan gövdesi mezarlık ve çürümüş balık kokusuyla yüklü, yıpranmış, hasta ve ölü gövdesi
rıhtım duvarlarına karşı, ölü ve yalnız rıhtım duvarlarına karşı yalpalanacak.

Tramvaylar beyinsiz, ışıltısız, cam gözlü kafesler gibi yamru yumru olacak. Çürümüş hangarların arkasında, büyük
çukurlar açılmış yitik caddelerde raylar öylece duracak.

Çamur grisi, pelteleşmiş, kurşuni bir sessizlik dönenecek ortalığı, her şeyi unutarak, büyüyecek okullarda ve üniversitelerde
ve tiyatro salonlarında büyüyecek, stadyumlarda ve çocuk parklarında, korkunç ve hırslı kesintisiz bir sessizlik büyüyecek.

Güneşli taze bağlar yıkık yamaçlarda çürüyecek, kuraklaşan toprakta kuruyacak, pirinç ve patates ekilmeyen tarlalarda
donacak ve sığırlar katılaşmış bacaklarını devrilmiş iskemleler gibi dikecek gökyüzüne.

Enstitülerde büyük doktorların dahi buluşları asitlenecek, çürüyüp, mantarsı küfle kaplanacak.

Mutfaklarda, hücre odalarda ve kilerlerde, soğuk hava depolarında ve ambarlarda son torba un, son kase çilek, kabak
ve diğerleri bozulup gidecek, ekmek ters çevrilmiş masaların altında, parça parça olmuş tabakların üstünde yemyeşil kesilecek,
ortalığa yayılan yağ arap sabunu gibi kokacak, tarlalarda buğday paslanmış karasabanların yanına düşüp kalacak, yok edilmiş
bir ordu gibi ve tüten tuğla bacalar, demirci ocakları ve yıkık fabrika bacaları sonsuz çimle kaplanarak ufalanacak, ufalanacak,
ufalanacak.

Sonra son insan dökülüp parçalanmış barsaklarıyla ve kirlenmiş ciğerleriyle zehir gibi kızaran güneşin altında yalnız ve yanıtsız
ve yalpalayan yıldızların altında bir yanılgı gibi ordan oraya dolaşacak, o kocaman beton yığınları, tenha kentlerin soğuk putları
ve gözden kaçması olanaksız toplu mezarlar arasında yalnız, son insan, kupkuru, delirmiş, allaha küfrederek, yakınarak o korkunç
soruyu soracak : NEDEN? Bu ses bozkır derinliğinde yiterek duyulmaz bir hale gelecek, yıkıntılar üzerinde esecek, çatlaklar
arasından akacak, bu ses, ibadethane enkazları içinde ve sığınaklara çarparak şaklayacak, kan birikintileri üzerine düşecek,
duyulmayacak, yanıtlanmayacak, son insan-hayvanın son hayvanca bağırışı.

Tüm bunlar olacak, yarın, yarın belki, belki hemen bu gece, belki bu gece, eğer-eğer-eğer siz.
HAYIR demezseniz!...


WOLFGANG BORCHERT

Gülüşün ve Unutuşun Kitabı

Milan Kundera'nın "Gülüşün ve Unutuşun Kitabı" adlı kitabından alıntı:

"Tek bir tarihi olay yoktur ki herkes tarafından bilindiği ileri sürülebilsin. Benim, bundan birkaç yıl önce geçmiş olaylardan, sanki aradan bir yıl geçmiş gibi söz etmem gerekiyor. 1939'da Alman ordusu Bohemya'ya girdi ve Çek Devleti bir varlık olmaktan çıktı. 1945'te Rus ordusu Bohemya'ya girdi ve ülke yeniden Bağımsız Cumhuriyet diye adlandırılmaya başladı. İnsanlar Almanları kovan Ruslara karşı hayranlık duymaktaydılar ve Çek Komünist Partisi'ni onların sağ kolu saydıklarından, sevgilerini partinin üstünde topladılar. Öyle, ki, 1948'de komünistler, kan dökerek ya da zor kullanarak değil, ulusun hemen hemen yarısının sevinçli alkışları arasında iktidarı ele geçirdiler. Üstelik, dikkat buyurulsun, bu sevinç çığlıkları atan yan, ulusun en canlı, en zeki ve en iyilerinden oluşuyordu.
Evet, kim ne söylerse söylesin, en zeki olanlar, komünistlerdi. Gözkamaştırıcı bir planları vardı, tümüyle yepyeni bir dünyanın planıydı bu ve orada herkese yer vardı. Onlara karsı olanların ise, sadece yerleşik düzenin delik deşik olmuş bir külodu andıran yapısını yamamak için kullanmak istedikleri, eskimiş, yıpranmış, sıkıcı birkaç ahlâk kuralından başka vadedecekleri büyük bir düşleri yoktu. Bu bakımdan, coşkuluların, bu gözkamastıncı plandan yana olanların, ılımlılar ve ihtiyatlılar üzerinde kesin bir başarı kazanmaları şaşırtıcı değildi ve düşlerini, herkes için adalet ülkülerini gerçekleştirmek için kolları sıvadılar.
Yeniden altını çiziyorum: Ülkü ve herkes için, çünkü insanoğlu, yaratılışından beri bu ülküye, bu içinde bülbüllerin şakıdığı bahçeye, bu içinde dünyanın insanlara ve insanların öteki insanlara karşı bir yabancı olarak karşı çıkmadığı, tersine, dünyanın ve bütün insanlann tek ve aynı maddeden yoğrulduğu bir uyum ülküsüne yürekten bağlıdırlar. Orada herkes, Bach'ın güzelim füg'lerinden birinin bir notası gibidir ve kim ki öyle olmak istemez, işe yaramaz anlamsız bir kara nokta olarak kalmaya ve ensesinden yakalanıp bir bit gibi iki tırnak arasında ezilmeye hükümlüdür."
---
"Kendisini yazgısına karşı sorumlu buluyordu ama yazgısı ona karşı sorumluluk beslemiyordu."

İstanbul'dan Kardeşim Gelmiş Getire Getire Sülük Getirmiş

Kaç gündür bekliyorum gelecek gelecek, bir türlü gelememişti. Sonunda salı sabahı oradayım deyince uçtum sevinçten.

Sabah 6 gibi kalktım. Beklemeye başladım. Gelmesine yakın da çıktım evden karşılamaya gittim. Uzun zamandır evden çıkmayıp da böyle anlık çıkışlar yaşayınca hep bir enteresanlık buluyor beni. 
Sabahın köründe kozalak toplamaya çıkmış bir teyzeye rastladım, kendisi uzaktan komşumuz olur.
Günaydın dedim. Aylardır beni görmediği için şaşırdı. "Alla alla nereye gidiyor bu sabah sabah" dedi iç sesi. Sonra iç sesinin baskısıyla ses dışarı şöyle çıktı:
- Nereye böyle?
- Kardeşim geliyor da onu karşılayacağım.
- Şakir mi geliyor.?

Ne diyeceğimi şaşırdım normalde Şakir geliyor inci boncuk getirmiş derdim ama teyze ya bir de komşu ya, bu çocuk kafayı yedi sonunda dedikodularının önünü kesmek için annemlerin sokakta doğru davran, anormal olduğunu anlamasın kimse uyarılarını da dikkate alarak..
- Ehehe yok, kardeşim geliyor. 
dedim. Kadın baktı bu işten ona ekmek yok. Bir şey demeden çekti gitti. 
Hâlâ Şakir'in geldiğini zannediyor da olabilir tabii, teyit edemedim ne de olsa.

Bir de benim bu salak komşularım son bir senedir tek derdi: geceleri ne yaptığım. Kafayı benimle bozmuş durumdalar. Öyle ki, babamı gören babama, annemi gören anneme "Sizin ışığınız neden yanıyor?" diye soruyorlar. Annem de gelip bana çemkiriyor: 
- Bir normal ol artık, bir normal ol. Adın avareye çıkacak, deli diyecekler sana genç yaşında. Uyu be çocuk artık.. 
- Eee kem küm..

Sürekli geçiştiriyorum ama sonunda dayanamayıp biri sırf meraktan polis çağırır diye korkuyorum. 


Neyse kardeşim diyorduk, geldi işte, bana kitap getirmiş sağ olsun. Sonracığıma başka da bir şey getirmemiş püff..
Anneme sülük getirdi. Ama kardeşimin suçu yok, annemin siparişi. Annem inatla bu sülüğü senin bileğine de yapıştıracağız diyor bana. Evde kovalamaca oynuyoruz sabahtan beri.
Bu sülük de pazarda satılıyormuş resmen. Nerden aldın bunu dedim kardeşciğezime, 
- Sülükçüden
dedi.

Enteresan.. Bir pet şişeden bana bakıyorlar falan öğğ..
Olmayan karizmam talan oldu şu an biliyorum ama daha kötüsü de var. En son sırtına da koyalım diyorlardı.

Şimdi tek sorum:
İşimiz bitince bu sülükleri ne yapacağız?
Düşünüyorum düşünüyorum bulamadım bir şey. Bakalım seyredip göreceğiz.




http://pippihasmet.blogspot.com/2010/04/istanbuldan-kardesim-gelmis-getire.html

Nazım Hikmet - Kız Çocuğu


Videosu da burada:


KIZ ÇOCUĞU

Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.

Hiroşima'da öleli 
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.

Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok
Şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk.

Çalıyorum kapınızı, 
teyze, amca, bir imza ver. 
Çocuklar öldürülmesin 
şeker de yiyebilsinler.

Nâzım Hikmet
**

Buna ek olarak, Siirt'ten gelen haberler malum. 
Biliyorum ki ceza tek başına yeterli değil ancak cezaların insanları ürkütecek seviyede olması da şart.
Son yıllarda -çoğu basına yansımamış- çocuklara yönelik çok fazla taciz, tecavüz, cinayet  vakası adliyede dolaşıyor. 
Ama Adli Tıp çabalarıyla (!) çoğu suçlu yeterli cezayı alamadan tekrar aramıza dönüyor.
Okuyun, eğer onaylıyorsanız bir imzanızı ekleyin: