30 Nisan 2010

PH FM- Banu Kırbağ- Mayıs Ayların Gülüdür

Mayıs, kutlu mutlu olsun. Coşkulu nice güzel mayıslara..

1 Mayıs 1977 - Oradaydım


Kutlayalım ama unutmayalım.

Robot Resim Taktiği


Hem şüpheli kişileri ihbar etme konusunda sorunumuz olduğunu söyleyip bu konuda çalışmalar yapıyorsunuz hem de "Onu aradığımızı anlamasın diye ona benzemeyen bir robot resim verdik" diyorsunuz.
Robot resmi orada burada paylaşıp buna benzeyen birini görürseniz polisi arayın diyenler bir an bile olsa kendilerini salak gibi hissetti eminim ve koşullanma dediğimiz olayı da düşünürsek bir sonraki olayda bu kişiler paylaşmayacak ve paylaşılan resimlere de bakmayacak bile.
Tek boyutlu düşünmek bu olsa gerek.
Ben de bu milleti az buçuk tanıyorsam buna benzer başka bir olayda, gösterdiğiniz robot resme bakıp "Çok da lülü" diyecek. 
Tebrik ediyorum, hakikaten başarılı bir yöntem olmuş. Alkış..

Son Günlerde Artan Tecavüz Haberleri

Evet ne kadar çok tecavüz ya da taciz yaşanıyormuş değil mi ülkemde.?

Lafım medyaya, daha önce bu kadar çok taciz ve tecavüz yaşanmıyormuş gibi hepsini art arda yığmanızın özel bir sebebi var mı?

Daha önce, bangır bangır bağırdığımız halde haber yapmadığınız bir sürü vaka oldu. Tecavüzcüyü sırf Adli Tıp çok yoğun diyerek serbest bıraktılar. Bunları biz yazdık da sizin ilginizi çekmedi bu haberler. Bilmiyorduk demeyin, bahsettiğim davayı magazin malzemesi haline getiren sizdiniz zaten.

Şimdi ülkenin her yerinden taciz, tecavüz, cinayet haberi geliyor ve hepsinin içinde çocuk var. Bunlar birden mi çıktı ortaya? Hayır, bizi insanlığımızdan utandıracak bir sürü olay olduğunu ben bizzat Adli Tıp uzmanının açıklamasından biliyorum. Hepsi basına yansımıyor diyordu. 

Lafım yanlış anlaşılmasın, haber yapılmalı ve hatta sadece suçlu yakalanana kadar geçen süreç değil, suçluların aldıkları cezalar da belirtilmeli ki kişiler yaptırım nedir görebilsin. Haber yapılmasını eleştirmiyorum ama zamanında birini bile haber yapmayıp şimdi hepsini sıraya dizmeniz neden? Benimki sadece merak, kaçırdığım bir şey mi var kendi aranızda.?

Basının bu saçma özelliğinden nefret ediyorum. Ne zaman ülkeyi ilgilendiren önemli bir siyasi gelişme olacak olsa dikkati siyasetten uzaklaştıracak haberler yapılmaya başlanıyor. Buldukları yöntemden midir bilinmez, eldeki haberler bitince, zamanında dönüp yüzüne bakmadıkları olayı bile süsleyip püsleyip haber yapmaya karar veriyorlar.

Basının ürkütücü bir gücü var. Halkı ayaklanmaya götürebilir, istediği partiyi iktidara getirtebilir, halkı istediği kadar uyutabilir de..

Bu yazıyı neden yazdım.? 
Bir şey dikkatimi çekti, anlatayım belki yalnız değilimdir dedim. 
Fesatım. 

Turgenyev - İlk Aşk

Alıntı:



"...

O günden sonra "tutkum" başladı. O zaman yaşadığım şeyi hatırlıyorum da, bir insanın ilk resmi görevine atandığında hissetmesi gereken şeye benziyordu. Basit bir genç adam değildim artık, aşık biriydim. Tutkumun o gün başladığını söyledim, çilemin de o gün başladığını eklemeliyim. Zinaida'nın yokluğunda eriyordum: Hiçbir şeye tam anlamıyla kendimi veremiyor, en basit şeyleri bile yapamıyordum. Günler boyunca sadece onu şiddetle düşünmekten başka bir şey yapmıyordum. Gittikçe eriyordum, ama varlığı beni rahatlatmıyordu. Kıskanıyordum ve kendimi değersiz hissediyordum. Aptalcasına aşağılıktım; yine de karşı konulmaz bir güç beni ona itiyordu ve odasının kapısından içeri her zaman istemdışı bir mutluluk titremesiyle giriyordum.
Zinaida, ona aşık olduğumu hemen anladı, zaten ben bunu gizlemek niyetinde değildim. Tutkum onu eğlendiriyordu. Benimle eğleniyor, oynuyor, bana işkence ediyordu ama buna rağmen, o bunlardan mutluluk duyduğu için, halimden hiç de şikayetçi değildim. Zinaida'nın ellerinde yumuşak hamur gibiydim; ona aşık olan sadece ben değildim. Evi ziyaret eden adamların hepsi sırılsıklam aşıktı ve o, onları gergin bir iple ayaklarının dibinde tutuyordu. Onların içinde değişik umutlar ve korkular uyandırmayı, onları kaprislerine göre eğip bükmeyi eğlenceli buluyordu.
..."

Bahar ve Kelebekler


Bahar geldi, acaba bu bahar gördüğümüz ilk kelebek ne renk oldu/olacak, iki sene önce siyahtı.. Simsiyah bir yıl geçirdim. Geçen senekini hatırlamıyorum alla alla.

Ömer Seyfettin'in "Bahar ve Kelebekler"'inden alıntı:

"çünkü kelebeklerin birer mânâları vardı. ah, siz bunları bilmez, bunlara itikat etmezsiniz.  
beyaz kelebek: sıhhat ve afiyete;
sarı kelebek: kedere, hastalığa;
siyah kelebek: felakete, matem ve ölüme
delâlet ederdi.
beyaz kelebek görünce, talihimizin o sene açık olduğuna, mesut olacağımıza kâil olurduk; bahar çiçekleri altında, beyaz kelebeğin şerefine semâiler okurduk;
büyüknine devam ediyor, ilk defa küme halinde görülen kelebeklerin de umumî mânâlarını anlatıyor,
beyaz kelebek kümelerinin: zenginliğe,
pembe kelebek kümelerinin bolluğa,
sarı kelebek kümelerinin kıtlığa,
kırmızı kelebeklerden müteşekkil, pek nadir görülen meş’um kümelerin mutlaka bir muharebeye,
siyah kelebek kümelerinin fetrete
işaret olduğunu söylüyor, uzatıyor, büyük vak’alardan evvel hep bu kümeleri, o vakit ki kadınların müşahade ederek erkeklerine haber verdiklerini hikaye ediyordu."

Baba, Bana Bağırma

Baba Bana Bağırma

yol ıslanmasın diye
şemsiye açanlara...

baba bana bağırma
bülbülleri kaçırdın ormanlarımdan
kulaklarımın kapılarını havalara uçurdun
kapılar baba kapılar pencereleri alıp gittiler
tenorlar kaçtı ses tellerinden
çevreye saçıldı yavru diktatörler
seni ne sopranolar istedi de vermedik baba

baba bana bağırma
bayrak direklerine konan kartalları anlat
uzun uzadıya
nasıl da göremediler avcıları
o keskin gözleriyle vah hah ha
şans yıldızlara özgü bir yalan baba
yıldızlara tükürüp tükürüp onları gezegen yaptınız
savaşan halklar taktınız dünyanın boynuna

yalanları yazdım defterime hiç unutmadım
radyasyonu radyo istasyonu sanan bakanları
çiğleri, meclis tavanını çiğ köftelerle çiğneyen
doğum sonrası acılarını cüce ülkeler doğuran kadınların

hiç unutmadım
sakallarını yüzlerinde
yüzlerini sakallarında unutan adamları
ve ısırgan tarlalarındaki parçalarını
uğur mumcu'yu biz yapan bombanın

hiç unutmadım
uzak yakın tüm tuzakları baba
yolun ezdiği oyuncak bir kamyonsun sen
bir gam ağacısın
kar yüküne dayanamayıp kırılan
ilkbaharı gerzeklere ödünç verdin
geri getirmediler
güneşin başına gelenleri
biz ilkbaharsız nasıl anlarız baba

baba bana bağırma
bir kulağımdan giriyor sözlerin
öbür kulağımı tıkıyor
buenos aires'te olsaydım diyorum içimden
eva'nın peronunda
karanlıktan kuşlar çalan bir tren
bir bıçak kaçağı
tangonun bacaklarını havaya kaldırdığı kentte
ama iyi ki buradayım, burada hiçbir şeyi unutmadan
burada
bilginin bilgisizlikten daha çok acı verdiği yerde
burada, tam karşında
hapisanelerde hintyağı gibi bir şeydi zaman
hastanelerde pıhtılaşmış kan gemisi gibi
yol alırdı saatler
karılarının namuslarını dillerinde saklayan
adamlar vardı bir taraflarda
televizyon kanallarında yitirilen çocuklar
gökyüzüne düşmemek için denize yapışan balıklar
ve depolara indirilen lenin heykelleri vardı
sovyet rusya'da
kafandaki duvarları
niye cebine koymuyorsun sen baba

baba bana bağırma
farkında değilsin
arkasını ezilenlerin yaladığı
bir posta puludur dünya
bir karadelik yutana kadar uzayda bizi
asansör boşluğuna itilen bir kedisin sen
söylemenin tam sırası
ülkeyi bu duruma senin oy verdiğin
partiler getirdi baba
ama ben buradayım, burada hiçbir şeyi unutmadan
bir yaşamlık kaygı duruşundayım
yakın tarihimiz için

baba bana bağırma
bacağından vurulursa bir şiir
nereye kadar gidebilir
bana bağırma baba
kendine bağır
yoksa her şey bitebilir

Akgün Akova

29 Nisan 2010

Mütevazılık Kadar Boktan Bir Şey Yokmuş Tövbe Ettim Arkadaş



Anadan babadan böyle gördüm ben, mütevazılık iyi bir şey diye kandırdılar beni.
Bu güne kadar, herkesin beni zavallı zannetmesi dışında bir boka yaramadı halbuki. Ve bugün yaşadığım bir olaydan sonra da pes ettim. Yeter lan, yeter..!!

Biri "Sizinle tanıştığıma inanamıyorum, şu an çok heyecanlıyım" diyor. Öbürü, benimle aynı işi yapan gerizekalı, nerde, ıvır zıvır iş varsa bana kakalıyor. Sırf kompleksinden. 
Hem de sırf kibarlığımdan dolayı reddedemeyip bir sürü ayak işi aldım o rica etti diye.
Aradı bugün, agucuk gugucuk yaptı. İyi tamam madem zor durumda kaldınız bakarım bir çaresine, birini bulurum olmazsa dedim. 
Birkaç kişiyi aradım kimse kabul etmedi ama sinirden de kuduruyorum, bu iş niye bana teklif ediliyor diye.
Sonunda dayanamadım geri aradım bunu. Bahsettiğin yerden olaylı bir şekilde ayrıldığım için gururuma dokunuyor açıkçası gidip orası için bir şey yapmak dedim.
Tamam dedi sadece ama biliyorum ki yarın öbür gün bu bana yol su elektrik olarak geri gelecek. Gelirse gelsin napayım, yetti canıma artık.
Bir şey bilmiyormuşum gibi, bir şeyden anlamıyormuşum gibi davranıyorum bazen ama sırf ukalalık gibi algılanmasın diye ne bileyim, ne düşündükleri de umurumda değil esasında ben zaten yapamıyordum ukalalığı, ayıp diye öğretilmiş bana..
Yetti artık ama, bu sefer son arkadaş. Bundan sonra saygı maygı yok. Bizim işte saygı, eziklik olarak algılanıyorsa benden bu kadar arkadaş.. 60 yaşındaki adamlar yalakalık yaptığında, hoş görmek yerine saygılı saygılı konuşmak yerine, burnu havada biri olacağım. Benden bu kadar efendim. 
Ailemin öğrettiği bir şeyden daha vazgeçiyorum ama güçlü olmak için şartmış bu, üzgünüm baba, üzgünüm anne..

27 Nisan 2010

Düş Ekmeği

Oktay Akbal'ın 1983`te basılan kitabı bu. 
17 yaşındaki herkesin mutlaka okunması gereken bir kitap. 17 yaşımdaydım okuduğumda, çok işime yaramıştı işin aslı.
On yedi yaşın bütün hislerini o kadar ayrıntılı, o kadar naif, o kadar içten anlatmıştı ki etkilenmemek imkansızdı.
Her gününü ayrı ayrı hissederek yaşadığın on yedi yaş, hiçbir eserde bu kadar güzel anlatılmamıştır eminim.
Kardeşim, 17 yaşına bastığında ona da hediye etmiştim. Tavsiye ederim, güzel bir hediye olur.

Kitaptan alıntılar:

"Yaşım on yedi ve geçmişteki yıllarım bir avuç."
--
"Yalnızdım sağım da solum da önüm de arkam da boş. İncecik bir yağmur düşüyor. Ne oyun ne arkadaşlar ne de ben.. Soyut bir evrendeyim. Zaman dışı bir yerde. Arada bir böyle olurum, kendimin dışına çıkarım, çevremin neredeyse yaşamın. Şimdi on yedi yaşındayım. Çocukluktan çıktım, ilkgençlik yıllarının başı. Durup bakıyorum ileriye gelecek zamana.. Sisli bir ufuk.. Hayaletler gibi birtakım gölgeler.. Gelecekteki yılların içinden sıyrılıp elle tutulur bir nesne, birer varlık biçiminde belirecek olanlar.. Gün gün, hafta hafta, yıl yıl.. "Nedir zaman nedir?" diye sorar şair. Bi su mu, bi kuş mu, iniş mi, yokuş mu..? İlle de maddesel bir şey ararlar ne denli ruhsal olmak isteseler de.. Su akıp gider, kuş uçar, kaçar, inişten çabucak geçilir, yokuştan ağır ağır çıkılır. Zamanla ne ilgisi var bunların? Bir tek soru var.. : "Zaman nedir?"
--
"Yaşam akacak böyle böyle.. Bir gün bakacağım yaşlanmış biri var benim yerimde. Okullar bitmiş, aşklar sona ermiş.. Ben hep içinde olduğum anın dışındayım nedense.. Ya gersinde, ya ilerisinde.. Ama şu anın içinde değilim.. Neden?"
--
"Yazmayı seviyorum, birden çoğalıyorum, sanki bir kişi değilim, on yedisinde değilim, değişik yaşlardayım, belki kırk, belki elli, belki daha ilkokul yıllarında.. Bitmez tükenmez gibi geliyor anlatmak istediklerim..."
--
"Yarın pazartesi; okul, dersler, öğretmenler.. Sanki hiç bitmeyecek bu yaşam, hep böyle gidecek.. Anlamsız. Yaşamakta bir anlam var mı? Ben bulamıyorum. annemle konuşmak, anılara dalmak var. Bir de yazmak. Geçip giden bu yaşamdan bir şey kaçırmaktır yazmak. Kendimizden, çevremizden.. Ne yazılırsa o kalır geriye. bir gün açıp okursam o defterleri anlayacağım bu günleri gerçekten yaşadığımı."
--
"Yıllar yıllar..! On yedi yaşında bir delikanlı oturmuş yaşamını düşünüyor. Ne çok yaşamış, ne yoğun, ne derin..! Bir gün gelecek yine burada oturacağım belki. Yaş kırk, elli olacak. Evli, çoluk çocuk sahibi. Belki de üç-beş yıl önceye göre çok daha yakın gelecek bugün bana. Zaman yaşlandıkça kısalır. Kısalır kısalır kısalır. Kopuverir sonra.. Ölüm mü o?  
--
"Ama sanki bir türlü bulmak istemiyor gibiydim.. Aramak, özlemek..! Radyoda duyduğum tangolarda yaşatmak onu.. Yeryüzüne, yaşama beni bağlayan bir neden.. Belirsiz duyguların tutsağıydım.. Aşk mı nedir, bilmediğim..!"


Oğuz Atay - Günlük


Tutunamayanlar'ın yazarı Oğuz Atay'ın bir günlüğünün olduğunu ve bunun Günlük adıyla kitaplaştığını bilen bilir. Bence harika bir şey bu. Yazarların günlüklerini okumak nedense hep haz vermiştir bana. Hatta diğer kitaplarından daha hoş gelir. Kurgu olmadığına inandığım içindir herhalde ve biraz da içime kaçan magazin sevgisinden de olabilir bu :) Aşağıdaki alıntı, Günlük'ün ilk yazısı. 25 Nisan 1970 tarihli. Hadi bakalım..


"Selim gibi, günlük tutmaya başlayalım bakalım. Sonumuz hayırlı değil herhalde onun gibi. Bu defteri bugün satın aldım. Artık Sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. "Kimseye söyleyemeden, içimde kaldı, kayboldu." dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız."

Çiçekli Şiirler Yazmak İstiyorum Bayım




"Zenciler prensesi olacağım.
Hayat işte asıl o zaman başlayacak"Pippi Uzunçorap


Çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım
Bilmiyorsunuz. Darmadağın gövdemi
Çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum.
Karanlıkta oturuyorum. Işıkları yakmıyorum.
Çalar saat zembereği boşalana kadar çalıyor
Acı veren bir sevişmeyi hatırlıyorum.
Bir bıçağın gereksiz yere parlaması bu.
Yıllardır kendini bulutlarda saklayan illegal bir yağmurum.
Bir yağsam pahalıya malolacağım.
Ben bir bodrum kat kızıyım bayım
Yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum
Bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum
Fakat korkuyorum. Birazdan da
Kırk üç numara ayakkabılarınızla
Bahçede oynayan çocukların üstüne basacaksınız
Bu iyi olmaz bayım!


"Gün akşam oldu" diyorum
Ekmek kırıntıları atıyorum kuşlara
Cam kırıkları yiyorlar
Rüyamda; bir kâse dolusu suyun içinde
Rengârenk yap-boz parçacıkları
Anlatmak istiyorum, dinlemiyorsunuz.
Hayır, sanırım sabahı bekleyemem
Bilmiyorum.
İnsanlar rüyalarını acilen anlatmalı.


On dört yaşındaydı ruhum bayım
Bir mermer masanın soğukluğunda yaşlandı.
Protez bacaklar taktılar ruhuma ince ve beyaz
Gıcırdaya gıcırdaya dolaştım şehri
Protez bacaklarıma bile ıslık çaldılar
O ara içimde çiçeklerden oluşmuş
bir silahsız kuvvet ablukaya alındı
Sinemalarda da "orgazm gıcırtıları" oynuyordu.
Kaçmaya çalıştım. Olmadı.
Bu nedenle, çiçekli şiirler yazmayı
Ruhum açısından faydalı buluyorum bayım.
Neyse işte
Ben her filmi hatırlarım
Sinemaların hiç bitmeyen gecesine sığındığım çok oldu.
"Sofi’nin tercihini" seyrederken çok ağlamıştım.
Öpüşen Guramilerle ilgili bir film yapsalar
Onu da mutlaka hatırlardım.
İnsan içinde çevrilen bir çıkrığın sesini unutur mu?
Hem sonra ben hatırlamaya alışkınım
Bir "eşya toplayıcısıyım" bayım.


Büyük gemiler de yok artık bayım
Büyük yelkenler de
Büyük kâğıtlar yakmak istiyor şimdi canım.
İşte az önce bir karabatak daldı suya
Bir süredir kayıp
Dünyayı yutmuş olarak çıksa da ortaya
Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım.
Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum.
Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen
Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?
Bir gül, bir güle derdi ki görse
Yalan söylüyorum
Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.


Didem MADAK

Kullanılması Bilinirse

"Kullanılması bilinirse, psikolojinin tersanelerinde dünyanın en kudretli toplarından daha etkili silahlar vardır. "
Gustave Le Bon

Parayı Domuzun Boynuna Takmışlar

"Parayı domuzun boynuna takmışlar da "Domuz Ağa" diye çağırmışlar."

SONRA YAPILACAK TEK ŞEY VAR

SONRA YAPILACAK TEK ŞEY VAR

Sen. Makine başındaki adam ve atölyedeki. Sana yarın su boruları ve vanalar yerine
çelik miğferler ve makineli tüfekler yapmanı emrederlerse, yapılacak bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Tezgahı ardındaki kız ve bürodaki kız. Sana yarın bomba doldurmanı ve keskin
nişancı tüfekler için hedef dürbünleri monte etmeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Fabrika sahibi. Sana yarın pudra ve kakao yerine barut satmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Laboratuardaki araştırmacı. Sana yarın eski yaşama karşı yeni bir ölüm icat
etmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Odasındaki ozan. Sana yarın aşk şarkıları yerine nefret şarkıları söylemeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Hastası başındaki doktor. Sana yarın savaşa adam yazmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Kürsüdeki din adamı. Sana yarın savaşa dair kutsal sözler söylemeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Vapurdaki kaptan. Sana yarın buğday yerine top ve tank taşımanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Havaalanındaki pilot. Sana yarın kentler üzerine bomba ve fosfor yağdırmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Dikiş masası başındaki terzi. Sana yarın üniformalar dikmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Cübbesi içindeki yargıç. Sana yarın savaş mahkemesine gitmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. İstasyondaki adam. Sana yarın cephane treni ve kıt'a nakli için kalkış sinyali vermeni emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...


Sen. Kentin varoşlarındaki adam. Sana yarın gelir de siper kazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Normandiya'daki ana ve Ukranya'daki, sen Frisko ve Londra'daki ana. Sen Hoangho ve Missisippi' deki
ve Hamburg ve Kore ve Oslo'daki ana., bütün toprak parçaları üzerindeki analar, dünyadaki analar, sizden
yarın yeni kırgınlar için hemşireler ve çocuklar doğurmanızı isterlerse, dünyadaki analar, yapacağınız bir tek şey var:
HAYIR deyin!... Analar, HAYIR deyin!...

Çünkü eğer hayır demezseniz, eğer hayır demezseniz analar, sonra, sonra:

Gürültülü vapur dumanlarıyla yüklü liman kentlerinde büyük gemiler inildiye inildiye sessizleşecek, dev mamut
kadavraları gibi su üstünde ölgün ve hantal, su yosunu, deniz bitkileri ve midye kabuklarıyla kaplı, önceleri
öyle ipildeyip çınlayan gövdesi mezarlık ve çürümüş balık kokusuyla yüklü, yıpranmış, hasta ve ölü gövdesi
rıhtım duvarlarına karşı, ölü ve yalnız rıhtım duvarlarına karşı yalpalanacak.

Tramvaylar beyinsiz, ışıltısız, cam gözlü kafesler gibi yamru yumru olacak. Çürümüş hangarların arkasında, büyük
çukurlar açılmış yitik caddelerde raylar öylece duracak.

Çamur grisi, pelteleşmiş, kurşuni bir sessizlik dönenecek ortalığı, her şeyi unutarak, büyüyecek okullarda ve üniversitelerde
ve tiyatro salonlarında büyüyecek, stadyumlarda ve çocuk parklarında, korkunç ve hırslı kesintisiz bir sessizlik büyüyecek.

Güneşli taze bağlar yıkık yamaçlarda çürüyecek, kuraklaşan toprakta kuruyacak, pirinç ve patates ekilmeyen tarlalarda
donacak ve sığırlar katılaşmış bacaklarını devrilmiş iskemleler gibi dikecek gökyüzüne.

Enstitülerde büyük doktorların dahi buluşları asitlenecek, çürüyüp, mantarsı küfle kaplanacak.

Mutfaklarda, hücre odalarda ve kilerlerde, soğuk hava depolarında ve ambarlarda son torba un, son kase çilek, kabak
ve diğerleri bozulup gidecek, ekmek ters çevrilmiş masaların altında, parça parça olmuş tabakların üstünde yemyeşil kesilecek,
ortalığa yayılan yağ arap sabunu gibi kokacak, tarlalarda buğday paslanmış karasabanların yanına düşüp kalacak, yok edilmiş
bir ordu gibi ve tüten tuğla bacalar, demirci ocakları ve yıkık fabrika bacaları sonsuz çimle kaplanarak ufalanacak, ufalanacak,
ufalanacak.

Sonra son insan dökülüp parçalanmış barsaklarıyla ve kirlenmiş ciğerleriyle zehir gibi kızaran güneşin altında yalnız ve yanıtsız
ve yalpalayan yıldızların altında bir yanılgı gibi ordan oraya dolaşacak, o kocaman beton yığınları, tenha kentlerin soğuk putları
ve gözden kaçması olanaksız toplu mezarlar arasında yalnız, son insan, kupkuru, delirmiş, allaha küfrederek, yakınarak o korkunç
soruyu soracak : NEDEN? Bu ses bozkır derinliğinde yiterek duyulmaz bir hale gelecek, yıkıntılar üzerinde esecek, çatlaklar
arasından akacak, bu ses, ibadethane enkazları içinde ve sığınaklara çarparak şaklayacak, kan birikintileri üzerine düşecek,
duyulmayacak, yanıtlanmayacak, son insan-hayvanın son hayvanca bağırışı.

Tüm bunlar olacak, yarın, yarın belki, belki hemen bu gece, belki bu gece, eğer-eğer-eğer siz.
HAYIR demezseniz!...


WOLFGANG BORCHERT

Gülüşün ve Unutuşun Kitabı

Milan Kundera'nın "Gülüşün ve Unutuşun Kitabı" adlı kitabından alıntı:

"Tek bir tarihi olay yoktur ki herkes tarafından bilindiği ileri sürülebilsin. Benim, bundan birkaç yıl önce geçmiş olaylardan, sanki aradan bir yıl geçmiş gibi söz etmem gerekiyor. 1939'da Alman ordusu Bohemya'ya girdi ve Çek Devleti bir varlık olmaktan çıktı. 1945'te Rus ordusu Bohemya'ya girdi ve ülke yeniden Bağımsız Cumhuriyet diye adlandırılmaya başladı. İnsanlar Almanları kovan Ruslara karşı hayranlık duymaktaydılar ve Çek Komünist Partisi'ni onların sağ kolu saydıklarından, sevgilerini partinin üstünde topladılar. Öyle, ki, 1948'de komünistler, kan dökerek ya da zor kullanarak değil, ulusun hemen hemen yarısının sevinçli alkışları arasında iktidarı ele geçirdiler. Üstelik, dikkat buyurulsun, bu sevinç çığlıkları atan yan, ulusun en canlı, en zeki ve en iyilerinden oluşuyordu.
Evet, kim ne söylerse söylesin, en zeki olanlar, komünistlerdi. Gözkamaştırıcı bir planları vardı, tümüyle yepyeni bir dünyanın planıydı bu ve orada herkese yer vardı. Onlara karsı olanların ise, sadece yerleşik düzenin delik deşik olmuş bir külodu andıran yapısını yamamak için kullanmak istedikleri, eskimiş, yıpranmış, sıkıcı birkaç ahlâk kuralından başka vadedecekleri büyük bir düşleri yoktu. Bu bakımdan, coşkuluların, bu gözkamastıncı plandan yana olanların, ılımlılar ve ihtiyatlılar üzerinde kesin bir başarı kazanmaları şaşırtıcı değildi ve düşlerini, herkes için adalet ülkülerini gerçekleştirmek için kolları sıvadılar.
Yeniden altını çiziyorum: Ülkü ve herkes için, çünkü insanoğlu, yaratılışından beri bu ülküye, bu içinde bülbüllerin şakıdığı bahçeye, bu içinde dünyanın insanlara ve insanların öteki insanlara karşı bir yabancı olarak karşı çıkmadığı, tersine, dünyanın ve bütün insanlann tek ve aynı maddeden yoğrulduğu bir uyum ülküsüne yürekten bağlıdırlar. Orada herkes, Bach'ın güzelim füg'lerinden birinin bir notası gibidir ve kim ki öyle olmak istemez, işe yaramaz anlamsız bir kara nokta olarak kalmaya ve ensesinden yakalanıp bir bit gibi iki tırnak arasında ezilmeye hükümlüdür."
---
"Kendisini yazgısına karşı sorumlu buluyordu ama yazgısı ona karşı sorumluluk beslemiyordu."

İstanbul'dan Kardeşim Gelmiş Getire Getire Sülük Getirmiş

Kaç gündür bekliyorum gelecek gelecek, bir türlü gelememişti. Sonunda salı sabahı oradayım deyince uçtum sevinçten.

Sabah 6 gibi kalktım. Beklemeye başladım. Gelmesine yakın da çıktım evden karşılamaya gittim. Uzun zamandır evden çıkmayıp da böyle anlık çıkışlar yaşayınca hep bir enteresanlık buluyor beni. 
Sabahın köründe kozalak toplamaya çıkmış bir teyzeye rastladım, kendisi uzaktan komşumuz olur.
Günaydın dedim. Aylardır beni görmediği için şaşırdı. "Alla alla nereye gidiyor bu sabah sabah" dedi iç sesi. Sonra iç sesinin baskısıyla ses dışarı şöyle çıktı:
- Nereye böyle?
- Kardeşim geliyor da onu karşılayacağım.
- Şakir mi geliyor.?

Ne diyeceğimi şaşırdım normalde Şakir geliyor inci boncuk getirmiş derdim ama teyze ya bir de komşu ya, bu çocuk kafayı yedi sonunda dedikodularının önünü kesmek için annemlerin sokakta doğru davran, anormal olduğunu anlamasın kimse uyarılarını da dikkate alarak..
- Ehehe yok, kardeşim geliyor. 
dedim. Kadın baktı bu işten ona ekmek yok. Bir şey demeden çekti gitti. 
Hâlâ Şakir'in geldiğini zannediyor da olabilir tabii, teyit edemedim ne de olsa.

Bir de benim bu salak komşularım son bir senedir tek derdi: geceleri ne yaptığım. Kafayı benimle bozmuş durumdalar. Öyle ki, babamı gören babama, annemi gören anneme "Sizin ışığınız neden yanıyor?" diye soruyorlar. Annem de gelip bana çemkiriyor: 
- Bir normal ol artık, bir normal ol. Adın avareye çıkacak, deli diyecekler sana genç yaşında. Uyu be çocuk artık.. 
- Eee kem küm..

Sürekli geçiştiriyorum ama sonunda dayanamayıp biri sırf meraktan polis çağırır diye korkuyorum. 


Neyse kardeşim diyorduk, geldi işte, bana kitap getirmiş sağ olsun. Sonracığıma başka da bir şey getirmemiş püff..
Anneme sülük getirdi. Ama kardeşimin suçu yok, annemin siparişi. Annem inatla bu sülüğü senin bileğine de yapıştıracağız diyor bana. Evde kovalamaca oynuyoruz sabahtan beri.
Bu sülük de pazarda satılıyormuş resmen. Nerden aldın bunu dedim kardeşciğezime, 
- Sülükçüden
dedi.

Enteresan.. Bir pet şişeden bana bakıyorlar falan öğğ..
Olmayan karizmam talan oldu şu an biliyorum ama daha kötüsü de var. En son sırtına da koyalım diyorlardı.

Şimdi tek sorum:
İşimiz bitince bu sülükleri ne yapacağız?
Düşünüyorum düşünüyorum bulamadım bir şey. Bakalım seyredip göreceğiz.




http://pippihasmet.blogspot.com/2010/04/istanbuldan-kardesim-gelmis-getire.html

Nazım Hikmet - Kız Çocuğu


Videosu da burada:


KIZ ÇOCUĞU

Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.

Hiroşima'da öleli 
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.

Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok
Şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk.

Çalıyorum kapınızı, 
teyze, amca, bir imza ver. 
Çocuklar öldürülmesin 
şeker de yiyebilsinler.

Nâzım Hikmet
**

Buna ek olarak, Siirt'ten gelen haberler malum. 
Biliyorum ki ceza tek başına yeterli değil ancak cezaların insanları ürkütecek seviyede olması da şart.
Son yıllarda -çoğu basına yansımamış- çocuklara yönelik çok fazla taciz, tecavüz, cinayet  vakası adliyede dolaşıyor. 
Ama Adli Tıp çabalarıyla (!) çoğu suçlu yeterli cezayı alamadan tekrar aramıza dönüyor.
Okuyun, eğer onaylıyorsanız bir imzanızı ekleyin: