1 Eylül 2012

Ölümsüzlük - Milan Kundera


Okuduğum baskı bağlantı adresi verdiğim yayınevine değil farklı bir yayınevine ait ve hataları var. 

"Bir arabayı ötekilerden yalnızca bir seri numarası ayırır. İnsan örneğinde numara, yüzdür. Bir insanda rastlantılarla bir araya gelmiş bu yüz çizgilerini bir başkasında bulamazsınız. Ne karakter ne ruh ne de ben denen şey açığa çıkar bu yüz çizgilerinde. Yüz yalnızca bir örneği numaraların."
"Bir gün çirkinliğin saldırısı artık dayanılmaz olduğunda bir çiçekçiden bir sap, yalnızca bir sap unutmabeni çiçeği alacaktı. İncecik bir sap üzerinde küçük bir çiçek. Bu çiçeği yüzüne doğru tutarak sokağa çıkacaktı. Bakışlarını çiçeğe dikecek ve mavi bir noktadan başka bir şey görmeyecekti. Artık sevmediği bir dünyadan aklında kalmasını istediği son imajdı bu. Paris sokaklarında böyle dolaşacaktı. İnsanlar kısa süre içinde onu tanıyacak, çocuklar alay ederek arkasından koşacak, bir şeyler atacaklardı. Sonunda bütün Paris ona unutmabenili deli adını takacaktı."
"Agnès üç saat önce saunaya giren, ben'ini göstermek ve kendisini onlara kabul ettirmek için kapının ağzında sıcak duştan ve alçak gönüllülükten nefret ettiğini haykıran yabancı kadını anımsadı ve şunları düşündü: Siyah saçlı kız motosikletinin susturucusunu çıkarırken aynı itkiye boyun eğmişti. Gürültüyü yapan alet değil, siyah saçlı kızın ben'iydi; bu kız sesini duyurmak için, başkalarının düşüncelerine girmek için ruhuna gürültülü bir egzoz borusu eklemişti. Bu patırtıcı ruhun uçuşan uzun saçlarını gören Agnès, şiddetle onun ölümünü istediğini anladı. Otobüs çarpsaydı, motosikletli kız kanlar içinde asfaltın üzerine serilseydi, Agnès kesinlikle korkup üzülmeyecek, oh çekecekti."
"Kaldırım gittikçe kalabalıklaşıyor, yürümek zorlaşıyordu. Yola inmek zorunda kaldı. Arabalarla kaldırım arasında yürümeye başladı. Uzun süredir alışmıştı buna: İnsanlar hiçbir zaman yol vermezlerdi ona. Sık sık kırmak istediği bir şanssızlık olarak görüyordu bunu; karşıdan geleni yoldan çıkarmak ve itmek amacıyla bütün cesaretini toplar, yoldan çıkmamak için elinden geleni yapardı ama her seferinde de başarısızlığa uğrardı. Bu, günlük basit güç denemesinde her zaman kaybederdi. Bir gün yedi yaşında bir çocuk çıkmıştı karşısına; yana çekilmemeye çalıştı ama sonunda çarpmamak için gene çekilmek zorunda kaldı."
"Bir anısı geldi aklına: On yaşlarındayken anne babasıyla kıra gezmeye gitmişti. Geniş bir orman yolunda dikilmiş iki köy çocuğu gördüler: Çocuklardan biri, elinde sopa, geçişi engellemek istiyordu: "Burası özel bir yol. Geçiş parası vermeniz gerekiyor." diye bağırıyor ve sopayı hafifçe babasının karnına dürtüyordu.

Kuşkusuz bir çocuk şakasıydı bu ve çocuğu itmek yeterliydi geçmek için ya da bir tür dilenmeydi ve babasının cebinden bir frank çıkarmasıyla sorun çözülebilirdi. Ama babası döndü ve başka bir yola girmeyi yeğledi. Hiçbir önemi yoktu bunun. Maceraya gireceklerdi: Annesi kötü yanından aldı işi ve "On yaşında çocuğa bile pes ediyor." demekten alamadı kendini. Bu arada babasının tutumu Agnès'i de düş kırıklığına uğratmıştı."
"Babasını düşündü. 10 yaşlarında iki hayta karşısında gerilediğinden beri onu çoğu zaman şu durumda canlandırıyordu kafasında: Batmakta olan geminin bordasındadır. Filikaların herkesi alamayacağı ortadadır. Çılgınca köprüye yığılmıştır yolcular. Baba da önce ötekilerle beraber koşmaya başlar ama ölüme doğru yerlerinde tepinmekten başka bir şey yapmadıklarını gördüğü bu insanlarla göğüs göğüse gelip yolunu tıkadığı öfkeli bir kadından yumruğu yiyince birdenbire durur ve kenara çekilir; sonunda salkım saçak insanla dolu filikaların uğultu ve küfürler arasında yavaşça azgın dalgalara doğru inişini seyretmekle yetinir.

Babasının bu tutumu nedir? Alçaklık mı? Hayır. Alçaklar ölümden korkarlar ve hayatta kalabilmek için acımasızca mücadele etmesini bilirler. Soyluluk mu? İnsanları sevdiğinden böyle davransaydı hiç kuşkusuz soyluluktu. Ama Agnès böyle bir motivasyona inanmıyordu. Neydi peki? Bilmiyordu. Tek bir şey kesinmiş gibi geliyordu ona: Batan bir gemide ve filikaya atlayabilmek için mücadele verilmesi gereken bir ortamda baba önceden mahkum edilecekti.
Evet, bu kesindi. Kendi kendine sorduğu soru şuydu: Babası kendisinin biraz önce motosikletli kızdan ve kulaklarını tıkadığı için onunla alay eden adamdan nefret ettiği gibi, gemideki yolculardan nefret etmiş miydi? Hayır. Agnès babasının nefret edebileceğini düşünemedi. Nefretin tuzağı insanı hasmına çok sıkı biçimde bağlamasıdır. İşte savaşın edepsizliği: Karşılıklı dökülen kanların yakınlığı, birbirlerinin gözlerinin içine bakarak birbirlerinin yüreklerini delen askerlerin şehvetli yakınlığı. Agnès'in bundan hiç kuşkusu yoktu: Bu yakınlıktan iğreniyordu babası: Gemideki itiş kakış ona öylesine tiksinti veriyordu ki, boğulmayı yeğliyordu o. Birbirlerine vuran, tepinen, birbirlerini ölüme gönderen insanlara dokunmaktansa tertemiz sularda yalnız bir ölü olarak kalmayı yeğliyordu o.
Babanın anısıyla kendisine egemen olan nefretten kurtulmaya başladı. Eliyle alnına vuran zehirli hayali yavaş yavaş aklından çıkarıyordu ki, birdenbire şunları düşündü: Onlardan nefret edemem çünkü beni onlara bağlayan hiçbir şey yok: Ortak hiçbir şeyimiz yok onlarla."

Uzun Zamandır Aklımda Olup Hatırlayamadığım Sözü Sonunda Buldum


"Hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır: 
On beşimizdeyken evden kaçmamış olmak."

Walter Benjamin